Bugünden tarihe doğru bakıldığında, Balfour Deklarasyonu diye isimlendirilen mektup, bazıları için övünç ve zafer olarak görülse de dünya durdukça bir utanç belgesi olarak kalacaktır.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna yaklaşıldığı sırada, 2 Kasım 19172de İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un, siyonizmin ünlü hamisi Lord Rothchild’e gönderdiği mektupta şu ifadeler yer alıyordu: “Majestelerinin hükümeti Yahudilere Filistin’de bir yurt tesisi fikrini hararetle desteklemektedir. Bu maksatla her ne gerekiyorsa yapılacaktır. Filistin’de yaşayan ve Yahudi olmayanların medeni ve dini haklarının zarar görmemesi için de azami gayret gösterilecektir.”
İngilizlerin geleneksel diplomatik yazışmalarına uygun muğlak ifadelerden oluşan bu mektubun içeriğini ve nasıl sonuçlar doğuracağını mektubu yazan da muhatabı da biliyordu. Zira yaklaşık bir asır boyunca ama özellikle 1896’dan sonra siyonistlerin ve onlara müzahir olanların faaliyetleri ve nihai hedefleri Avrupa basınında sürekli gündemdeydi. Bu yüzden bugünden tarihe doğru bakıldığında, Balfour Deklarasyonu diye isimlendirilen bu mektup, bazıları için övünç ve zafer olarak görülse de dünya durdukça bir utanç belgesi olarak kalacaktır.
Bu mektup, asırlarca Avrupa’nın bilim ve kalkınmasına katkı vermiş olan Yahudilere uygulanan engizisyon, baskı ve nihayet soykırım kadar utanç verici bir belgedir. Bu mektubun içeriği siyonistlerin arzularına bir cevap, onlara Filistin’de “ulusal bir yurt” sağlamak gibi masumane bir görüntü verse de genel olarak İngiliz, özel olarak da Avrupa siyasetindeki hipokrasinin zirveye ulaştığı örneklerdendir. Bu belge, bütün dinlerin, filozofların, aklıselim siyasetçilerin ve masum insanların hayal ettiği dünya barışını rehin almıştır. Ayrıca Osmanlı Devletinin taksimine ve milyonlarca Filistinlinin mağduriyetine kapı aralamıştır. Birkaç satırdan oluşan bu belge uluslararası hukuku, en temel hak olan can ve mal masuniyetini yok saymıştır. Avrupa’nın güçlü devletlerinin şahsında Balfour, kendilerine ait olmayan ve insanların yaşadığı bir toprağı başkalarına hibe ederek kolonyal aklın çirkinliğini de bu utanç vesikası ile ortaya koymuştur. Filistin halkının mağduriyeti karşısında dünyanın hâlâ sessiz kalması ve bir çözüm üretememesi bu belgenin hedeflerinin tamamlanmadığının da bir göstergesidir. Bu yüzden bu belge bugüne kadar tartışıldığı gibi bundan sonra da tartışılmaya devam edilecektir.
Yahudi devletine giden süreç
Avrupa’da yaşamalarına rağmen genelde kabul görmemiş olan Yahudiler, yurt arama fikrini daima canlı tutmuşlardır ve zihinlerinde mevcut olan “vaat edilmiş topraklar” fikri onları Filistin’e yönlendirmiştir. 18. yüzyılın sonlarında Musevileri kutsal topraklara yerleştirme düşüncelerini dile getiren Napolyon, Yahudilerin bu yöndeki umutlarını yeşertmiştir.
Öte yandan 1818’de Amerika’da Mordehay Manuel Noah ve 1830’da da Fransız tarihçi Joseph Salvador siyonizmden bahsederek Yahudilere hedef göstermiş; hatta bir kongre toplanmasını önermiştir. İngiltere’de Hollingsworth ve Almanya’da Sosyalist Moses Hess ile Hahambaşı Hirsch Kalisher de Siyonizm fikirlerine önemli katkılarda bulundular. Bu konudaki ilk adım 1870’de Alliance İsraélite (Evrensel Yahudi Birliği) tarafından Yafa yakınlarında bir ziraat okulu açılması ve orada “Siyon Sevdalıları” namında bir cemiyetin kurulmasıyla atılmıştır; ancak, şurası bir hakikattir ki Siyonizm’in yaygınlaşması için en büyük gayreti ünlü gazeteci Theodor Herzl göstermiştir.
Theodor Herzl, Yahudi Devleti adıyla 1896’da bir kitap neşrederek Yahudilerin devlet kurma fikirlerini ve planlarını ortaya koyar ve bu tarihten sonra Avrupa’nın çeşitli kentlerinde toplanan kongrelerde bu düşünce daha da geliştirilir. Birkaç kere İstanbul’a gelen ve II. Abdülhamid’den Filistin’de bir yer talep eden Theodor Herzl, bu konuda başarılı olamadığı gibi, Filistin’e Yahudi göçünü engelleyen kararların çıkmasına sebep olur. 1904’teki ölümüne kadar dünya liderleriyle görüşerek Avrupa Yahudilerine yer bulmaya çalışan Herzl, bu konuda başarılı olamaz. Filistin dışında gündeme gelen Sina ve Doğu Afrika gibi bazı seçenekler ise Siyonist Yahudiler tarafından benimsenmez. Bu arada Osmanlı vatandaşı olan Filistin Yahudileri desteklenir ve kurulan şirketler aracılığıyla daha fazla toprak sahibi olmaları sağlanır; kaçak göçmenlerle yavaş yavaş Filistin topraklarında Yahudi kolonileri oluşturulur.
Savaştan bir hayli önce sadece bir hayal olarak ortaya çıkan siyonizm, yani Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikri, Avrupalı Yahudi sermayedarların işin içine girmesiyle birlikte hayata geçme imkânı bulur. Aslında, Yahudi siyasetçiler, savaş öncesinde uluslararası rekabetten çekindikleri için devlet kurma fikirlerini düşük perdeden seslendirirse de, savaşın çıkmasıyla birlikte önlerine çıkan bu altın fırsatı değerlendirmek amacıyla her çareye başvururlar. Böylece İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan İtilâf Devletleri’nin Osmanlı Devleti’nin taksimini ön gören planlarının içine kendi fikirlerini de yerleştirirler.
Balfour Deklarasyonu antisemitizmin zaferi mi?
Burada anlatılanlar kimilerine göre iki bin yıl önce yurtlarından koparılmış masum Yahudilerin istekleri olarak görülebilir. Ancak madalyonun başka bir yüzü daha vardır. Balfour Deklarasyonu ile bu tarihi taleplerinde siyonistler zafer elde etmişlerse de Avrupa’daki Yahudi karşıtları daha büyük bir zafer elde etmiştir.
Avrupa’da siyonizm, doğrudan Filistin’de bir yurt arama motivasyonu ile çıkmamıştır. Bilakis Avrupalıların Yahudiler aleyhinde başlattıkları ve zaman zaman katliamlara kadar ulaşan baskıları, yani antisemitizm denilen Yahudi karşıtlığı üzerine bina edilmiştir. Meselenin son yüzyılı Ortadoğu coğrafyasını ilgilendirse de bu sorun esasında Avrupa’nın kendi içinde geliştirip ihraç ettiği gayr-i insani bir sorundur.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında daralan Avrupa ekonomisini hareketlendirmek için Yahudi sermayesine ihtiyaç duyulmuştu. Yahudi sermayedarları da bunu cömertçe yerine getirerek savaşı finanse etmişlerdi ve karşılığında Filistin’i istemişlerdi. İşte bu süreçte İngiliz siyaseti devreye sokulur: Avrupa bir taraftan kendi ihtiyaçlarını giderecek, diğer taraftan da bir “ur” olarak gördükleri Yahudilerden de kurtulacaktı. Böylece yüz yıl önce, Yahudiler adına masum bir talebin karşılanması gibi görülen Balfour Deklarasyonu ile Filistin’de bir Yahudi devletine de yeşil ışık yakılmış olunur.
Bu gelişme Hristiyanların da kutsal mekanı olan Kudüs’ün de tehlikeye girmesi anlamına geliyordu. Hristiyan Avrupa’nın aleyhindeki bu gelişmeye en azından Vatikan’ın ciddi muhalefet etmesi bekleniyordu. Ama ne yazık ki olmadı. Osmanlı devletinin o tarihteki Bern Büyükelçisi Fuad Selim’in ifadesi ile bütün Avrupa bu havaya kapılmış ve Avrupa basını Yahudileri destekleyen yayınlar yapmaya başlamışlardı. Hatta savaşta İtilaf devletlerinin hasmı olan Almanya basını bile kendi hükümetlerinin bu planı desteklemekte geç kalmasını eleştiriyordu.
Balfour Deklarasyonu bugün ne anlama geliyor?
Genel olarak Avrupa, özel olarak da İngiltere ve Amerikalıların vatansız kalan Yahudilere bir devlet kurdurma heveslerinin olduğunu söylemek aslında tarihi bir yanlışlıktır. Zira böyle bir düşünce aynı zamanda II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde başlayan Yahudi soykırımının arka planını da inkar etmek olur. Bu yüzden Balfour Deklarasyonu uzakta bir Yahudi devleti kurmak kadar, 1450’lerden itibaren sistematik olarak Avrupa’dan soyutlanmaya çalışılan Yahudileri de oradan kovma hazırlığıydı. Nitekim Balfour’un ürettiği belge, siyonizmin sempati ambalajında antisemitizme sunulan bir zafere yol açacaktı.
Balfour Deklarasyonu daha sonra yapılan bütün barış görüşmelerinde bir çıban başı gibi kalacak ve bugüne kadar dünya barışının kurulmasına engel olacaktır. Daha savaşın sonunda müttefikler arasında çatışmalara sebep olduğu gibi bugün de sorun karşısında BM’yi çaresiz bırakmıştır. Deklarasyonun ilan edildiği sırada İngiltere’nin amacı Mısır üzerindeki egemenliğini sürdürmek ve Basra Körfezi’ndeki varlığını güçlendirmek için Yahudi sermayedarlarının desteğini sağlamaktı. Bu coğrafyadan çekilmesine rağmen bugün Filistin meselesinde de sessiz kalarak hala bedelini ödemektedir.
Musevilere Filistin’de bir yurt tahsisi ve bilahare 1948 yılında İsrail devletinin kurulması bütün İslam dünyasını etkilemiş ve İsrail karşısında alacakları tavırlarda ihtilafa düşerek birlik umutlarını yitirmişlerdir. Osmanlı asırlarında üç büyük dinin nezdinde mukaddes olan ve asırlardır yapılan düzenlemeler ile barış içinde yaşanılan Kudüs ve etrafında İsrail’in lehinde gelişen zoraki yapılanmalar ise “ebedi barış”ı da imkansız kılmıştır. Kuşkusuz bu durum aynı zamanda kendi geleceklerinden emin olmayan Yahudileri ve İsrail’i normalleşme zemininden uzaklaştırmıştır.
[Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı olan Prof. Dr. Zekeriya Kurşun aynı zamanda Ortadoğu ve Afrika Araştırmacıları Derneği (ORDAF) Başkanıdır]