Nurdanhaber-Haber Merkezi
Osmanlının ihtişamı sadece mimarisiyle sınırlı değildir. Bu mimari, bünyesinde birbirinden anlamlı nice hakikatler, ayrıntılar, zarif nükteleri de barındırır. Nasıl mı? İşte farkında olmadığımız yüzlerce, belki binlerce manidar örnekten yalnızca bir tanesi. Enaniyet zinciri…
Pek çoğumuz görmüşüzdür, büyük camilerin avluya giriş kapısında, tepeden neredeyse kapının yarısına kadar sarkan, sağ ve sol yana açılan kalın zincirleri. Bu zincirin böyle salınmasının sebebi insanların iç eriye eğilerek zincirin altından geçmesini sağlamaktı. Böylelikle camiye giren müminler (her kim olursa olsun) enaniyet ve benliklerini kapının dışında bırakırlar ve namazlarını bu tür duygulardan arınmış bir biçimde yani huşu ile kılarlardı. Günümüz tabiriyle daha camiye adım atmadan bir nevi sisteme format atılırdı. Nükte bu… Anlayana tabi! Adına da “Enaniyet Zinciri” denir.
Genellikle selâtin c amilerin avluya giriş kapılarında bulunur bu zinc ir. Mesela hatırladığım kadarıyla Sultan Ahmet Camii’nin meydan girişi ve denize bakan kapıda da bu zincirlerden vardır. Fakat zincirlerin seviyesi biraz yükseltilmiş. Eğilmeden de insanlar geçebiliyor altından. Edirne Selimiye Camii giriş kapısında zincirler vaktiyle olduğu gibi hâlâ orijinal seviyelerindedir. Bazı camilerin girişlerindeki zincirler de yeni nesiller tarafından ne olduğu bilinmediği iç in yerlerinden sökülüp atılmış. Fotoğrafta görünen kapı Takkeci İbrahim Çavuş Camii‘nin avlu giriş kapısıdır. Defalarca önünden geçmişiz fakat bir anlam verememişizdir zincirlere. Öyle değil mi aziz dostlar?
Toplumdan tecrit edilen cami
Takkeci (Arakiyeci) İbrahim Çavuş Camii, İstanbul’umuzun Topkapı semtinde, sur dışında, Topkapı Şehir Parkı dâhilindedir. 16. yüzyıla aittir. Gözlerden ırak, biraz da tecrit edilmiş bu mekân adeta güzellikler meşheridir. Devirlerinin sanat anlayışını yansıtan güzelim hüsnü hat yazıları, türlü motiflerle süslenmiş ağaç işleri ve rengârenk çinileri gerç ekten görülmeye değer. Görülmeye değer de nasıl göreceğiz?
Yeri gelmişken bu hususa az da olsa değinelim. Olur ki bir ehli vefaya denk gelir de himmet buyurur. Topkapı’daki İBB Tesisleri hemen bu tarihi eserin yanına kondurulmuş. Hadi kondurdunuz diyelim, bari caminin çıkışından tramvay yoluna geçmek için bir geçiş yolu sağlansaydı. Aslında geçiş yolu var fakat sürgülü bir kapı ile kapatılmış. Güvenlik görevlisinin insafına kalmış buradan geçişiniz. Geçiş iznini alamadıysanız tesislerin etrafındaki yaklaşık bir kilometrelik yolu dolanmak zorundasınız! Şahsen ben dolaştım ve İstanbul’umuzun göbeğinde böyle rezalet nasıl olabilir diye dertlendim durdum. Mabedin arka kısmı çevre yolu, Maltepe yönü mezarlık, ön ve yan tarafını İBB tesisleri kapatmış. Adeta toplumdan uzaklaştırılmış. Bu duruma bir çözüm getirilmelidir diye düşünüyoruz.
Ya hayır söyle, ya sus
Biz yine zincir mevzuuna dönelim. İşte böyle enaniyet zinciri gibi manidar ayrıntılarla yüz yüze kaldığımızda ister istemez nefis muhasebesi yapmak zorunda kalıyoruz. Geçmiş ile günümüz arasında kıyas yapıyoruz. O günün insanları nerede, bizler nerelerde geziniyoruz? Bu zincirlerin varlığından dahi haberimiz yok! Bugün bizler bu zincirin altından geçebilir miyiz? Geçsek ne olac ak? Yakalandığımız kendine aşırı güvenme veya hiç güvenmeme ikileminden kurtulabilecek miyiz?! Kafamızda bir sürü soru canlanıyor. Günümüz insanı her şeyi bilir. Her konuda uzmandır. Her şeyi bilmek zorunda olmadığımızı unuttuk. Her şeyi bilmek, sorulan her soruya cevap vermek zorunda hissediyoruz kendimizi. Erdemliler, erenler ne diyordu? “Bir şey biliyorsan konuş ibret alsınlar, bilmiyorsan sus adam sansınlar.” Bilmediğini söylemek günümüzde iyice zorlaştı. Bilmiyorum dediğinde aşağılanmaktan, küçümsenmekten korkar oldu insanlar. Bir konuda bilgi sahibi olmamak sanki ölümcül bir eksiklik, affedilmeyecek hataymış gibi adeta sorgulanıyoruz. Hele bir de biraz mürekkep yalamışlığınız varsa yandınız. Üniversite bitirmek, lisans veya doktora sahibi olmak size her şeyi bilme hakkı veriyor sanki. İki tane kitabınız da yayımlanmışsa artık âlimsiniz vesselam. Maalesef böyle bir algı oluşturuldu.
Bu yalnız bize özgü bir durum da değildir. Bütün dünya bu rüzgârdan nasibini almış durumda. Bu anlayış esasen bize yabancıdır. Maddeci- pozitivist anlayışın ürünüdür. Biz sorgusuzca bu düşüncelerden, davranış kalıplarından etkilendik. Oysa “Bilmiyorum” diyebilmek bir erdemdir. Bu minvalde bir Hak dostunun sözleri ne kadarda manidardır: “Sükûtumuzdan bir şey anlamayan, kelamımızdan da bir şey anlamaz.” Evet, “Kalpten kalbe bir yol vardır.” der pirler. Bunu günümüz insanına nasıl anlatırız?
Bizden öncekiler böyle değildi. Onlar “Ya hayır söyle, ya sus!” düsturunu baş tacı yapmış güzide insanlardı. Mesela İmam-ı Gazali Hazretleri bu bağlamda şu manidar ihtarı yapar: “Her soruya cevap vermek cinnettir.” Yani bir nevi delilik halidir. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri ise asırlar öncesinden benzer bir tevazu örneği göstererek adeta bize ders verir. O da şöyle der: “Bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım başım göğe ererdi.” Şimdi bu inceliği, nükteyi asrımız idrakine nasıl sunabiliriz? Her şeyi bildiğini, her işi yapabileceğini iddia edenler aşırı sürat yapan araca benzerler. Risk oldukça fazladır ve telafisi mümkün olmayan bir sonuçla her an karşılaşabilirler! Nitekim basınımızda, özellikle sesli, görüntülü basınımızda düşünmeden konuşmanın, hatta meramını anlatamamanın bedelini ağır bir şekilde ödeyen insana çokça rastlıyoruz.
Düşünüyorum da, “Değil altından geçmek, bağlasalar zincirlere, bu enaniyetten biraz zor kurtuluruz” demeden edemiyorum. İlerleye ilerleye geldiğimiz nokta maalesef bu! Rabbim cümlemizi aldığı her nefesin, söylediği her kelimenin şuurunda olanlardan eylesin…
Dünyabizim/Nidayi Sevim