İnsanda bu âzâ ve bu âlât ne için?
Rûhen, bedenen bir sürü hâlât ne için?
Pek çok kişi idrâk edemez; ah, ne yazık!
Hilkatdeki san’at ve kemâlât ne için?
San’atı, mânevî bir varlığın madde âlemindeki tezâhürü diye târif etmek uygun olur mu, bilmiyorum? Mevzûumuz felsefe olmadığı için, rûhun varlığı ve te’sîrleri ile ilgili görüşlerimizin semâvî inançlara dayandığını ifâde ile iktifâ ediyorum. Kendi bedenimiz dâhil, görünen âlemdeki her varlığın, zâtı ve çevresi için en uyumlu, en mükemmel ve en san’atlı bir biçimde yaratıldığını müşâhade ediyoruz. Bundan, şu âlemde kasdî ve ihtiyârî bir tarzda san’atın öne çıkarıldığının farkına varıyoruz. O mükemmel eserleri takdîr ile san’atkârını arıyor ve anlamaya çalışıyoruz.
Kâinâttaki bu hârika san’at eserlerinden başka, o eserlerin eliyle meydana getirilen bir takım netîcelerin de bir o kadar san’atkârâne olduğunu söylemek büyük bir iddia mı olur? Yaratıkların bir kısmı akıl, şuûr ve irâde gibi cihâzlardan mahrûm olmakla birlikte öyle güzel semereler veriyorlar ki, aklı ve şuûru olanlar, hemen, bunların ancak o varlıklara takılan mânevî programlar ve âletlerle mümkin olabileceğini seziyor, idrâk ediyor…
Ancak, insanoğlunun hissiyâtının tutulur, görülür, işitilir, seslendirilir hâle gelmesi ile hâsıl olan san’at âlemi, yukarıda söylediğimiz fıtrî hâlin dışında ve bambaşka bir durumdur. Mükevvenâtta beşeriyete benzer şekilde akıllı, şuûrlu, irâdeli başka varlıkların bulunduğuna inanıyorsak da, ayrı buûdlarda yaşadığımızdan, onların eserleri hakkında bir bilgiye sâhib değiliz. Ama, insanoğlunun eserlerinin hem çok, hem çeşitli, hem de san’atkârâne olduğunu görüyoruz.
Her insan, içinde yetiştiği cem’iyyetten aldığı terbiye ve telkînler netîcesinde bir takım düşünce, inanç ve zevkler edinir. Zamanla, ufkunun genişlemesi nisbetinde, dış te’sîrlerin de şekillendirmesiyle, kendisine mahsûs hissiyâta sâhib olur. Duygularının ifâdesinde kullandığı âlet ve usûllerin elverdiği ölçüde eserlerini ortaya koymaya başlar. Bunların hepsinin kabûl edilir evsâfda san’at değeri taşıdığı düşünülemez. Ancak, bu semerelerin, o şahsın kàbiliyeti nisbetinde birer san’at eseri olduğu inkâr edilemez. Kendisi beğenmiştir. Başkalarının da takdîr ve tahsînlerini beklemektedir. Rûhî tahassüslerini belirtme tarzı nasıl olursa olsun, kendince tatmîn olmuştur. Hissiyâtının meyvelerini kâfî ve mükemmel bulmayabilir. Fakat, mümkin olanın en iyisini yapma niyet ve gayreti içinde olduğu açıktır.
Kişi bu eseri meydana getirirken, şahsî kemâlâtını düşündüğü gibi, cem’iyyete faydalı olma maksadını da taşımış olabilir. Bu niyet, netîceyi değiştirmez. Bir eser ortaya çıkmıştır. Bundan ister bir şahıs, isterse bütün insanlık istifâde etsin, fark etmez… O esere bakanlar, velev, san’atkârın niyetini ve gàyesini tam mânâsıyla anlayamasalar; hattâ ifâde etmek istediğinin tam tersi bir tefehhümle karşılasalar bile san’atın aslını, varlığını, her hangi bir mânâya delâletini kabûl etmek zorundadırlar.
Eserin san’at ciheti, hitâb ettiği şahsın mâlûmâtı, zevkleri, hissiyâtına göre ayrı ayrı telakkî olunur. Her eserin müessiriyeti, âdetâ, muhâtabları sayısınca değişiktir. Hattâ, muhâtabın rûhî ahvâline göre farklı te’sîrler icrâ eder, denilebilir. Sanki, dış âlem, şahsın iç âleminin rengini ve evsâfını aksettirir. Bu gün çok fevka’l-âde bulduğu bir san’at eseri, başka bir zaman ve zemînde insana o kadar da değerli gelmeyebilir.
Yeryüzünde insan eliyle inşâ edilen her yapıda, ifâde edilen her sözde, her sesde kendisine göre bir san’at bulunmakla birlikte, hakîkî mânâda san’at değerini taşıması için ortak kabûl gören bâzı ölçülere uygun bulunması gerektiği şübhesizdir. Akla, rûha, insânî duygulara hitâb eden bir san’at eseri ile insanın hayvânî ve nefsânî hissiyâtına müteveccih eser arasında fark vardır. Biri maâliyâta, dîğeri süfliyâta seslenmektedir. Birinin âkıbetinde mânevî ve rûhî terakkîler; dîğerinde behîmî ve hevâî tedennîler bahis mevzûudur. Evsâfı başka olmakla birlikte, her ikisi de “san’at” diye adlandırılır.
Beşeriyet, mâdem ki, kendi istek ve irâdesi dışında bir gücün yaptığı plan ve programa uygun olarak dünyâya gelmiştir; mâdem ki, dîğer varlıklardan akıl, şuûr, irâde, ilim, kelâm, san’at gibi sayısız farklı özelliklerle techîz edilerek mümtâz kılınmıştır; o halde kendisinde bulunan bu fevka’l-âde ve hârika hasselerin hakkını îfâ edecek şekilde harekete mecbûrdur. İhtiyâriyle, hür irâdesiyle meydana getirdiği eserlerinde en âlî gàyeleri gözetecek, kendisine emânet edilen ulvî isti’dâdları kullanarak hakîkî san’at ve hikmete muvâfık semereler vermeye çalışacaktır. Aksi takdîrde yaptığı san’at eseri, kendi yaratılış maksadına yakışmayan bir meyve olduğundan, insan olmanın îcâbını yerine getirmemiş olacaktır.
Ekrem Kılıç