Şehirlerin sunî ışıkları, akşamların hülyalı vasıflarını perdeliyor. Dağlarda, kırlarda, meskûn mahallerden uzak mekânlarda akşamlar daha bir başka görünür; hissedilir. Güneş guruba meyleder; gölgeler kuytularda iyice koyulaşırken, düzde istila etmedik bir yer bırakmazlar. Görülen manzara az sonra çökecek karanlığın provasıdır.
Kim bilir nasıl ve hangi hislerin ördüğü bir kement, gelir insanın bedenini yakalar. Bir hüzün, ıslak bir harmani gibi insanı sarar. Hasret duygusu, ince bir sızı gibi yürekte depreşir. Tanıdık, bildik, güvenilir insanların çevrelediği, sevgi ve şefkatle bezenmiş bir yuva arzusu, bir dâu’s-sıla gibi ağır ağır ruhu ve vücudu kucaklar.
Etraftaki küçük varlıklar: otlar, çiçekler, çayırlar görünmez olur. Uzaklarda heyula gibi yalnız başına ağaçlar; birbirine sokularak karanlığın haşyetinden korunmak isteyen korular ve ormanlar, tek tük parıldamaya başlayan yıldızlara bakarak bir teselli, bir ümit arar.
Meleyerek, böğürerek kırdan köylerine, evlerine dönen koyun, keçi, sığır sürüleri, akşamın hışmına uğramadan bir an önce yerlerine kavuşmak için acele ederler. Çobanların bağırıp köpeklerin havlamaları, hızlanmaları için teşvik olur.
Evcil olmayan hayvanlar, gündüz nöbetlerini bitirip vazifelerini ifa etmenin huzuru ile yuvalarına gitmek için uçuşurlar, koşuşurlar. Kuşlar, güneşin batışından emin olmak istercesine, yükseklere, iyice yükseklere çıkarak daireler çizerler. Gurubun haşmetli manzarasında değişik kareler meydana getirerek, çoğu kez çığlıklarla öterek günü yolcu ederler.
Bir yandan da gece görevlileri, sesleriyle nöbeti devraldıklarını ilan ederler. Uzaklardan gece kuşlarının aralıklı ötüşleri, kurbağaların vıraklamaları, sivrisineklerin vızıltıları, ağustos böceklerinin gıcırtıları duyulurken geç vakitlerde ortaya çıkacak diğer mahlûkatın tahayyülleri zihinlerde canlanır.
Ötelerden gelen uhrevi bir davet; uzaktaki köyden, yabanın sessizliğinde kulaklardan ruha akar: akşam ezanı! Hele güzel bir ses ve uygun bir makamla okunuyorsa, akşam ezanının insan üzerinde icra ettiği tesir tarif edilemez. Başka vakitlere göre daha acele okunan bu davet bile bir an önce evlere dönmek arzusunu yansıtır gibidir. Bu sırada, Risale-i Nur Külliyatı’ndan Dokuzuncu Söz’deki şu şairane ifadeler akla gelir: “Mağrip zamanı ise, güz mevsiminin ahirinde pek çok mahlûkatın gurubunu, hem insanın vefatını, hem dünyanın kıyamet iptidasındaki harabiyetini ihtar ile Tecelliyât-ı Celâliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.”
Doğu tarafının iyice kararması, batıdaki son kızıllıkların da kaybolması akşam vaktinin, arkasından geldiği ikindi zamanından daha kısa bir ömre sahip olduğunu hatırlatır. Artık gecenin öncüleri, semaya hâkim olmaya başlamışlardır. Eskiden evlerde birer birer yakılan gaz lambalarının titreyerek göz kırpan ışıkları gibi, gökteki yıldızlar birer ikişer ziyalarını dünyaya yollamaya başlarlar. Karanlık arttıkça, ışıkları artan yıldızlar çoğalır; gökyüzünde karanlık bir alan kalmasın diye gayret ederler. Ama, mehtap yoksa, hiçbir yıldız bu işi başaramaz.
Günün sıcaklığı, yerine göre dağlardan ovalara, denizlere; denizlerden ovalara, dağlara esmeye başlayan akşam rüzgârları ile azalır. Manzaranın ruh ürperten hâline beden de katılır. Serinlik bir ferahlık vermekle birlikte, üşüyen uzuvları ısıtmak için tedbir almayı akla getirir. Bir şeyler giyinmek, bir ateş yakmak, eve dönmek istekleri belirir.
İnsan, batan güneşe bedel, birkaç daldan ibaret de olsa, bir ateşin aydınlığına ihtiyaç duyar. “Burada ateşe hükmü geçen bir canlı var; başka canlılar yaklaşmasın.” demenin ortak lisanıdır bu küçük aydınlık… Bazı varlıklar ondan ürkerek uzakta durmanın gereğini bilmektedirler; yaklaşmazlar. Bazı canlılar da o ışığa koşarlar; yakıcılığını bilmeden… Işığın etrafında dönmeye başlayan sinek, böcek, kelebek gibi kimi yaratıklar, az bir aydınlanmanın bahasını canlarıyla öderler.
Sonbahar akşamlarında, gökyüzü bulutlarla örtülüdür. Şimşekler, göklerin derinliklerini yırtarak ani aydınlıklarıyla fezayı kaplar. Uzak mesafelerden iri bir dağın yuvarlanarak geldiğini tahayyül ettiren müthiş bir ses: insanın içini titreten gök gürültüleri duyulur. Yaz akşamlarının füsunkâr hali, yalnızca hasret, kaybolmuşluk hissi, eve ulaşma arzusu verirken, güz akşamları, vaziyetleriyle bunlara korku ve telaş duygularını da ekler.
Şurası muhakkak ki, hangi mevsimde olursa olsun, akşamlar insanlarda çeşitli hisler uyandırırlar. Bunların pek çoğu hüzünlü duygulardır. Batan güneşin arkasından çöken karanlık, yerini kedere bırakan neşenin kaybolmasını andırır. Acaba, hayatın sona ereceği ve ölümün her canlıyı sarıp sarmalayacağı düşüncesi midir, akşamları böyle esrarlı yapan? Yoksa, elden çıkan, batan ve kaybolanların muhabbete layık olmadığı hakikati midir, füsunkâr akşamların sırrı?