“Mes’ud İnsanlar Fotoğrafhânesi”
Yaşlı gözlerde tecessüm ederek
Bir fotoğraf: baba, kardeşler, ana;
Ansızın insanı kavrar, götürür,
Tâ çocuklukda geçen yıllarına…
Her yaşın ayrı bir hükmü var. Bir insan ömrünü çoğunlukla çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık şeklinde bölümlere ayırırlar. Çocukluk çağının süresi cem’iyyetlere ve telakkîlere göre değişmektedir. İslâm dîni bakımından, doğumdan ergenlik vaktine kadar olan zaman çocukluk sayılır. Avrupâî hukùkta, on sekiz yaşındaki bir şahıs reşîd olarak kabûl edilir. Aradaki dört-beş yıllık zamanı çocukluk mu, ilk-gençlik mi saymak gerektiği hakkında, ilim adamları nezdinde henüz bir mutâbakat sağlanmış değildir.
Belki de her insan için bu sınıflama ayrı ayrı olmaktadır. Kimi doğar doğmaz; kimi on-on iki yaşında dünyânın ezâ ve cefâsına mârûz kalır. Kimi yirmi-otuz yaşına kadar çocukça yaşar. Öncekiler erken erginleşir; vücûdça büyümeden, büyümek zorunda kalırlar. Kimi arslan gibi bedenine rağmen akılca, hisçe, davranışça hâlâ çocuktur. Kimi çocukluğunu yaşayamadan gençliğe, kimi gençliğini idrâk edemeden olgunluğa adım atar.
Keşke her doğan bebek, hayâtınının büyük bir kısmını anne ve babasıyla; bütün âilesiyle saâdet içinde geçirebilse idi! Cenâb-ı Hakk, bu yeryüzünü ve insanlar arasındaki muâmeleyi bizim nefsî isteklerimize ve hissî arzûlarımıza göre değil, hikmetine binâen böyle yaratmış. İmtihân dünyâsı… İnsanlara verilen çeşitli cihazlar ve duygular bu geçici âlemdeki kısa ömrü cennet-misâl bir şekle de çevirebilir; cehennem gibi bir hâlete de… Ne yazık ki, ekseriyetle, insanlar dünyâyı birbirine cehennem hâline getiriyor; nitekim her gün binlerce numûnesini görüyor, duyuyor, okuyor, seyrediyoruz.
Bebeklerin, çocukların kaçırıldığı; çeşitli şekilde istismâr edildiği bir dünyâda yaşamak nasıl bir azâbdır? Gençlerin zehirlendiği, kullanıldığı, saâdetlerinin ellerinden alındığı bir yeryüzünde mutluluk güneşi hiç doğar mı? İnsanların canlarından, mallarından, nâmûslarından; evlerinden, işlerinden, istikbâllerinden emîn olamadıkları bir hayât, hayât sayılır mı? İhtiyârların saygısızlığa, zulme, gadre uğradıkları bir yerde, ölüm yaşamaktan daha hayırlı olmaz mı?
İnsanı gerçek mânâda insan eden tek yol var: Allâhu Teâlâ’ya hakkıyla îmân ve O’nun emirlerini harfiyyen yerine getirmek! Bundan başka beşeriyeti saâdete götürecek bir çâre yoktur. Olduğunu iddiâ edenler, dünyâyı kan ve gözyaşına boğmaktan başka bir iş yapamadılar. İnsanoğlu bu bahtiyârlığı ancak nebîlerin yanıbaşında ve onların mânevî iklîminde yaşarken duyabildi. Yine üzülerek belirtmek gerekir ki, bu hâl her peygambere ve ümmetine de nasîb olmadı. Bâzıları çile, zahmet, sıkıntı içinde ömürlerini bitirip bekà âlemine gittiler. Dedik ya, imtihân dünyâsı…
Günümüzdeki imkânlarla, asr-ı saâdetteki Müslümanları bir arada tahayyül edebiliyor musunuz? İşte gerçek medeniyet ve gerçek beşeriyet bu ikisinin imtizâcıyla tezâhür ederdi. İşte, Cenâb-ı Hakk’ın va’d ettiği cennet hayâtının küçük bir örneği bu sûretle henüz arzda iken yaşanabilirdi. Zulüm yerine adâlet, şiddet yerine şefkat, sömürü yerine hakkàniyet, nefret yerine sevgi hüküm sürerdi.
Her doğan bebek, velev ki, kader-i İlâhî ile ebeveynini kaybetmiş bile olsa, cem’iyyetin müşfîk kucağında büyürdü. Herkes kendi çocuğuna nasıl şefkat gösteriyorsa, yetîmlere aynı merhameti ve sevgiyi garazsız ve ivazsız olarak göstermekte yarışırdı. Çocuklar en güzel şekilde terbiye edilir, gençler en iyi tarzda yetiştirilir, olgunlar en mükemmel biçimde hayâtlarının meyvelerini verir, yaşlılar mes’ûd ve müferrâh olarak ömürlerinin hüsn-i hâtimesini beklerdi.
İnsanlar, birbirini yiyerek beslenen hayvanlardan maddî ve mânevî yönden müberrâ ve mümeyyiz olarak, Cenâb-ı Hâlik’ın kendilerini yaratmasındaki maksada uygun bir hayât sergilerlerdi. Böylece, melekler ve rûhânîlerin gıpta ettiği bir nev’ oluşun şerefini kazanır; vazîfe-i fıtratlarını edâya muvaffak olurlardı. Yeryüzü bütün ağlamaların, inlemelerin, feryâdların, tazallumların silindiği bir sâha; hamdlerin, şükürlerin, teşekkürlerin, minnetdârlıkların dile getirildiği bir vâhâ hâline gelirdi.
Yalnızca hastalıklar, kazâlar ve âfetler gibi dünyânın sırf hayra kàbiliyetsizliğinden ileri gelen imtihân vesîlesi musîbetler de beşerin şefkatli elleri ile çabuk tedâvî ve tesellî edilirdi. Ayrılıklar, bir tahassür uyandırsa da, ileride kavuşmak ümîdi ile o kadar acı vermezdi. Ölümler, ebedî bir hayâtın devâmı inancıyla yetîmâne ağlayışlara sebeb olmazdı. Musîbetler, hemcinslerinin yardımıyla hafifleşir; âhirette pek çok günâhın silinmesi ve pek çok mânevî mertebe kazanılmasına vesîle olacağından, şikâyet yerine, sabra ve şükre yol açardı.
Çocukları, gençleri, orta yaşlıları ve ihtiyarlarıyla dünyâ, herkesin gülümseyerek resim çektirdiği bir “mes’ûd insanlar fotoğrafhânesi” olsaydı fenâ mı olurdu?