Biz muteharrik-i bizzat degiliz,
bil-vasita muteharrikiz.
Avrupa ufluyor, biz burada oynuyoruz.”
Ronesans ve reform hareketlerinden sonra, Avrupa’da maddi planda büyük ilerlemeler kaydedilmis, özellikle “sanayi devriminden” sonra bu küçük kıt’a, dünyanın dört bir tarafına hükmetmeye başlamıştır.
Onlarda yükselişin olduğu dönemlerde, Osmanlı’da bir çöküş yaşanması, bir kısım Osmanlı aydınını Batı’yı taklide sevk etmiştir. Fakat bu taklit, fen ve sanayide, ilim ve teknolojide olması gerekirken, maalesef örf ve adette, sefahat ve eğlencede olmuştur.
Bediüzzaman, Avrupayı iki bölümde ele alır:
1- Gercek Hristiyanlıktan aldığı feyz ile, toplum hayatına faydalı sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri takip eden, bozulmamış Avrupa,
2- Maddeci felsefenin zulmetiyle, medeniyetin pisliklerini güzellik zannederek, insanlığı sefahat ve dalalete sevk eden bozulmuş Avrupa.
İşte bu ikinci Avrupa, İslam alemine çok zarar vermiştir. Dinden uzak düşünürleri, zulmet-i kalb içinde olduklarından zulmetli fikirlerin kaynağı olmuslardır. Çünkü zulmet-i kalb,
* Ruh sıkıntısının menbaidir. Kalbi karanlıkta kalan kişiler, elbette ruhi bir sıkıntıya mahkum olacaklardır. Sıkıntı ise,
* Sefahatin muallimidir. Yani, dinden uzak Avrupalının ruhundaki sıkıntı, kendilerini avutmak için her türlü eğlence vasıtalarının bulunmasına öğretmenlik yapmıştır.
Heves-heva-eğlence-sefahatten memzuc medeniyetin şa’saasi
* Dalaletten gelen müthiş sıkıntıya bir yalancı merhem
* Uyutucu zehir-baz durumundadır. (Yani, onların görünüşte parlak olan medeniyetleri, heves, heva, eğlence ve sefahatin bir karışımıdır. Böyle bir parlaklık, dalaletten gelen müthiş sıkıntıya yalancı bir merhem, bir uyuşturucu olmaktan öteye gidemez).
Bediüzzaman, sömürgeci büyük Avrupa devletleri icin, “Avrupanın ejderhaları” tabirini kullanır. Onların reisleri için, “İnsaniyetperver maskesi altında vahşi reisler” tesbitini yapar. Böyle kişilerin yönlendirdiği ve baskasını yutmakla beslenen ejderhaların meydana getirdiği medeniyetten, “mimsiz medeniyet” olarak bahseder. (Malum, “medeniyet” kelimesinin ilk harfi olan “mim” kaldırılınca, geriye “deniyet” kalır. Deniyet ise “alçaklık” demektir). Evet, Avrupa medeniyeti,
* Habis
* Nazar-i şeriatta merdud (şeriat böyle bir medeniyeti reddeder)
* Seyyiati hasenatina galib (kötülükleri iyiliklerinden fazla)
* İntibah-i beşerle mahkum-u inkiraz (insanlığın uyanmasıyla çökmeye mahkum)
* Sefih
* Mutemerrid
* Gaddar
* Manen vahşi
* Dışı süs, içi pis
* Beşerin nefs-i emmaresi
* Kurtlanmış bir agaç görünümündedir.
Fakat ne yazik ki, onun bu yüzünü bilmeyen pek cok aydınımız, koyun postundaki bu kurda gönül vermişler, bizi bu medeniyetin bir parçası yapmaya çalışmışlardır.
Bediüzzaman böyleleri hakkında “zulmetli münevverler” (karanlık aydınlar) teşhisini koyar. Körü körüne Avrupa hayranlığı yapanlar için “Avrupanın kaşelisleri” (çanak yalayıcıları) tabirini kullanır. Bunların kendilerine “ladini” (laik) ismini vermekle, ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilan ettikleri halde, dinsizliği mutaassibane bir din edindiklerine dikkat çeker.
Bosna-Hersek’te yaşanan insanlık faciası, Bediüzzaman’ın tesbitlerinin ne derece yerinde olduğunu göstermiştir. Öyle ki, pek çok Batı hayranı kimse, bu olaylarla Avrupa medeniyetinin iç yüzünü anlama fırsatı bulmuştur.
Bediüzzaman, medeniyetin güzelliklerinin alınmasını söyler. Bu hususta Japonları örnek gösterir. Ona göre:
Mehasin-i medeniyet, insaniyet-i sugra;
İslamiyet ise, insaniyet-i kübradır.
Mehasin-i medeniyet, insaniyet-i kübranin mukaddimesidir. Yani, medeniyetin güzellikleri olan sanayi, teknoloji ve bunların insanlığa getirdiği faydalar, kolaylıklar, insanın diğer canlılardan üstünlüğünün küçük bir göstergesidir. Bunun neticesi olarak insanoğlu, uçaklarla kuşlardan daha sür’atli uçabilmiş, denizde balinaları geçebilmiş, hatta uzayda keşiflere çıkabilmiştir. Bununla beraber, eğer insan, insanlığın en mükemmel şeklini çizen İslamiyete sarılmazsa, gerçek insanlığı elde edemez. Karga, yerde iken de karga, gökte uçarken yine karga olduğu gibi; kötü ahlaklı birisi de yerde gezerken de o ahlaki taşır, aya çıksa aynı huyunu oraya da götürür. Nitekim, insaniyet-i kübra olan İslamiyetten ruh almayanlar, insaniyet-i sugra olan medeniyetin iyiliklerini de kötüye kullanmışlardır. Yaptıkları uçaklarla masumları bombalamışlar, uydularla dünyanın her tarafına en müstehcen yayınları yaymışlar, ele geçirdikleri TV kanallarıyla, rezaletin nasırı durumuna gelmişlerdir.
Sözün burasında, Bediüzzaman’ın, 1920’lerde söylediği şu sözleri hamiyetli insanımıza hatırlatmak istiyoruz:
“Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.”(1)