Bir gün bir dostum “dinde aşırılık olur mu?” diye bana sordu. Dedim: “İslam Dininin kendisinde hiçbir aşırılık yok. Ama aynı şeyi Müslümanlar için söylemek hiç de kolay değil!”
Cenab-ı Hak, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlara şöyle der: “Dininizde aşırı gitmeyin!”[1]
Dinde aşırılık ya ifrat veya tefrit şeklinde olur. Bediüzzamanın ifadesiyle “dinden bir şeyi fasl veya olmayanı vasl etmek, ikisi de caiz değildir.”[2] Yani dinden olanı ondan çıkarmak da olmaz, dine yeni şeyler eklemek de olmaz. Mesela, cihadla ilgili o kadar ayetler varken “dinde cihad yok” demek, dini inkâr anlamına gelir. Öte yandan cihad adı altında önüne geleni müşrik veya kâfiri öldürmeyi cihad zannetmek, din adına bir cinayettir.
Din, gerçekte neyse odur ve öyle de algılanması gerekir. Bunu aynalar örneğiyle daha iyi anlayabiliriz: Mesela, yüz ayrı insan, farklı farklı özellikteki aynaları güzel bir saraya tuttuklarında, bu saray sadece ve sadece düz, renksiz, şeffaf aynalarda gerçekte olduğu gibi görülür, diğerlerinde ise aynanın özelliklerine göre görüntü meydana gelir. Mesela, aynası kırmızı olanda saray kırmızı, yeşil olanda yeşil görülür. Eğri büğrü aynalarda saray eğri büğrü, kırık aynalarda ise parça parça arz-ı endam eder.
Aynen bunun gibi, ona muhatap kimselerin zihin ve kalp aynalarında İslam sarayı, o zihin ve kalplerin durumuna göre bir görüntü kazanır. Ancak düz, renksiz, şeffaf olan zihin ve kalp aynalarında İslam dini gerçekte olduğu gibi yansır.
Dini kuşa çevirmek
Abdurrahman Dilipak, 12 Eylül 1980 ihtilali sonrası hazırlanan Din Dersi kitaplarını incelemiş ve değerlendirmelerini şu isimle kitaplaştırmıştı: “Bu din benim dinim değil!”
Hani, Nasreddin Hocayla ilgili şöyle bir fıkra anlatılır: Hoca, leyleği görmüş, onun gaga ve bacaklarını çok uzun görünce eline makası alıp hem gaga, hem de bacaklarından kesmiş ve ardından da demiş: “İşte, şimdi kuşa benzedin.”
Bazıları, bu fıkrada anlatıldığı tarzda dini kuşa çevirmenin telaşı içindeler. Kendi algı dünyalarında meydana gelen dini esas kabul edip, dini ona göre şekillendirmeye çalışıyorlar. Bazıları ise, İslam Dinini bozarak Müslümanları perişan etmek isteyen yabancı güçlerin elinde bir kukla gibi hareket ediyorlar!
Dinin bencesi
“Dinde “bence” var mıdır?” sorusu, önümüzde önemli bir soru olarak durmaktadır. Din, menşeinde semavidir, ayetlere ve hadislere dayanır. Ama ayet ve hadisler sınırlı, olaylar âdeta sınırsız olduğu cihetle, ta Hz. Peygamber devrinden beri nass’ların yorumuna ihtiyaç duyulmuştur. Müslümanların icma ve ittifak ettikleri meseleler olduğu gibi, kıyas ve içtihadı gerektiren meseleler de olmuştur. Burada dikkat edilmesi gereken durum, dine ait meselelerde işin ehli olan âlim kimselerin icma ve içtihadlarının bir önem taşımasıdır. Nasıl ki bir hastayla alakalı olarak uzman doktorların teşhisine itibar edilir, öyle de dini konularda hüküm verecek kimseler de işi iyi bilen uzman kimseler olmalıdır. İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii gibi müçtehid imamlar “bana göre böyledir, ben böyle anlıyorum” diyebilirler ve demeye de hakları vardır. Ama doğru dürüst Kur’anı bile okuyamayan, hadisleri bilmeyen birinin “bana göre şu dini meselede hüküm şöyle olmalıdır” deme hakkı yoktur.
Bir sohbetimde gayb konusunu anlatmış, Hz. Peygamberin ancak Allahın bildirdiği kadarıyla gaybî bilgiye sahip olduğunu da nazara vermiştim. Sohbet sonunda dinleyenlerden biriyle aramızda şöyle bir konuşma geçti:
-Hocam, sen Peygamber Efendimizin gayb bilgisinin sınırlı olduğunu söyledin. Peki, Peygamberimiz miraca çıkmadı mı?
-Evet, çıktı.
-Peki, orada her şey kendisine bildirilmedi mi?
-Hayır, her şey bildirilmedi, bazı şeyler bildirildi. İsra suresinin ilk ayetinde bu durum net olarak ifade edilmiş “ilahi ayetlerden bir kısmı gösterilmek üzere gecenin bir kısmında böyle bir tecelliye mazhar kılındığı” nazara verilmiştir.
-Böyle anlarsak Peygamber için nakısa olmaz mı?
-Haşa, böyle anlamazsak problem olur, farkına varmadan Hz. Peygamberi ilim noktasında Allaha şerik kılmış oluruz!
Değerlendirme babında şunu söyleyebilirim: “Hz. Peygamber gaybı her şeyiyle bilirdi” demek ifrattır. “Ben gaybı bilmem”[3] mealindeki ayetten hareketle “Hz. Peygamber gaybı hiç bilmezdi” demek tefrit, ayet ve hadisleri bir bütün olarak değerlendirip “Hz. Peygamber kendiliğinden gaybı bilmezdi, ama Allahın bildirdiği kadarıyla elbette bilirdi” demek ise vasattır, istikamettir.
İslam Dini ve orta yol
İfrat, tefrit ve vasat üç ayrı durumu ifade eder. İfrat ve tefrit aşırı uçları, vasat ise orta yolu bildirir. Mesela, günde üç defa ilaç alması gereken birinin hiç ilaç almaması tefrit, bir haftalık ilacı bir defada alması ifrat, her gün üç defa alması ise vasattır.
Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Keriminde ve Peygamber Efendimiz hadis-i şeriflerinde bize orta yolu gösterir, aşırılıklardan ise uzaklaştırır. Kur’anda peygamberimize şöyle demesi emredilir:
“İşte bu benim dosdoğru yolum, ona uyun! Başka yollara uymayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın!”[4]
Keza, Cenab-ı Hak Peygamberimize şöyle bildirir:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Beraberindeki tevbe etmiş olanlar da (dosdoğru olsunlar!)”[5]
Dosdoğru olabilmek, ip üzerindeki cambazın dengeyi sağlaması gibi zordur. Bundan dolayı namazın her rekâtında okunan Fatiha suresinde şöyle dua etmemiz bize öğretilmiştir:
“Allahım, bize sırat-ı müstakime (dosdoğru yola), kendisine nimet verdiklerinin yoluna ilet. Gadap edilenlerin ve yoldan sapanların gittiği yola değil.”[6]
“Yürüyüşünde orta yolu tut” ayetini de bu meyanda değerlendirebiliriz.[7] Yani yürürken ne çok yavaş yürü, ne de çok hızlı. Mutedil bir şekilde hedefine doğru git.
Ayetteki yürüyüşü, insanın hâl ve gidişatı olarak da anlayabiliriz. Yani, mutedil bir çizgide ol, aşırılıklardan uzak kal!
İtikadda itidal
İnsanın itikadı (inancı) kalbe ait bir özelliktir. Bu inancın temeli Allah’a iman ve diğer iman esaslarıdır. Yahudilerin Allah inancı, daha çok “cezalandıran bir Allah” şeklindedir. Hristiyanlarda ise, Hz. İsanın tavassutuyla daha çok “bağışlayan bir Allah” tarzındadır. Kur’anda ise Allahın hem Aziz-Züntikam olduğu nazara verilmiş hem de Rahman-Rahim olduğu bildirilmiştir.
İmam-ı Gazali, “El-iktisad fi’l İtikad”, yani “itikadda Orta Yol” adıyla eser yazmıştır. Günümüzde hem de İslamı iyi bilmesi gereken konumda nice ünvanlı kimsenin itikad konularında yalpalaması, adeta savrulması, böyle eserlere olan ihtiyacı ortaya koymaktadır. Mesela, Kur’ana dayanarak “Allah, bir şey meydana gelmeden onu bilmez” demek, Kur’ana ve Allaha bir iftiradır. Her şeyi bilen Allah, böyle olmaktan yüce ve münezzehtir.
Din adına konuşan bir başkasının Mevlâna ve Bediüzzamanla alakalı, “Mevlâ ve Bedi’ Allahın isimleridir, bir beşere bunların kullanılması caiz değildir, şirktir” demesi tam bir cehalettir, “İsimde müşareket, mahiyette iştiraki gerektirmez” gerçeğini bilmemektir. Mesela yüce Allah Rauf ve Rahimdir (son derece şefkatli ve son derece merhametlidir). O, bu iki ismi Hz. Peygamber için de kullanmış ve şöyle buyurmuştur:
“Andolsun ki size kendinizden bir peygamber gelmiştir. Sizin sıkıntıya uğramanız Ona çok ağır gelir, size çok düşkündür. Mü’minlereRaûf ve Rahîm’dir.”[8]
Öte yandan Allah, Meliktir. Melik, kral anlamında insanlar için de Kur’anda kullanılmıştır.[9] Aynı bakış açısıyla bakıldığında, bu tür Kur’anî kullanımları reddetmek gerekir, bu ise haddi aşmaktan başka bir şey değildir.
Müslümanların kendi içinde meydana gelen fırkalarda Allahın sıfatları konusunda hayli farklı değerlendirmeler olmuştur. Mesela Mu’tezileAllahın sıfatlarını tevhide aykırı görerek inkâr ederken, Vahhabiler ayetlerde Allaha nisbet edilen el, yüz, gelme gibi durumları te’vilsiz kabul etmeyi esas almışlar, hatta Mücessime ve Müşebbihe denilen ekoller, adeta insana benzer bir Allah tasavvuruna sahip olmuşlardır. Hâlbuki “O’na benzer bir şey yoktur. O, Semi-Basirdir”[10] ayeti orta yolu ifade etmektedir. Yani, Allah bütün sesleri işiten, her şeyi görendir. Ama O’nun işitmesi ve görmesini bizlerin işitmesi ve görmesi gibi algılamamak gerekir.
Keza, pek çok ayette nisbet edildiği üzere O’nun eli vardır.[11] Ama “devletin eli” dediğimizde nasıl mücessem bir el anlaşılmazsa, bu ifadeyi de O’nun zâtına ve şânına yaraşır bir şekilde anlamak gerekir.
Keza, O’nun arşı, yani tahtından bahseden ayetleri belli değerlendirmelere tabi tutmak lazımdır.[12] Yoksa mücessem bir arş tahayyül edip bu arşı dört melaikenin omzuna yükletmek ve Allahı o arşa oturtmak, belağatten nasipsizlik anlamına gelir.
Önümüzdeki yazıda devam edelim inşaallah
Prof. Dr. Şadi Eren 18.07.2017
________________________________________________________________________
[1] Nisa, 171 ve Maide, 77
[2] Said Nursi, Muhakemat s.51
[3]En’am, 50
[4]En’am, 153
[5] Hud, 112
[6] Fatiha, 5-7
[7] Lokman, 19
[8]Tevbe, 128
[9] Mesela bkz. Bakara 246, Yusuf 43, Kehf 79
[10] Şûrâ,43
[11] Mesela bkz. Fetih 10, Maide 64, Yasin 71.
[12] İlgili ayetler için mesela bkz. A’raf 54, Tevbe 129, Taha 5, Hakka 17…