(1. BÖLÜM) | (2. BÖLÜM) | (3. BÖLÜM) | (4. BÖLÜM)
5. RİSALE-İ NUR’UN SİSTEMATİĞİ NEDİR?
Malum olduğu üzere onun eserleri her şeyden önce Kur’ân’ın bir tefsiri mahiyetindedir ve mevzular iyi anlaşılsın diye temsil ve tesbihlere yer vermiştir. “Risale-i Nur Külliyatı Kur’ân-ı Kerim’in cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir.”
Risale-i Nur Külliyatında dikkatimizi çeken diğer bir husus, mevzuların yeri geldikçe soru-cevap şeklinde izah edilmesi, yeri geldikçe de mücmelen yazılan bölümün mufassal olarak ele alınmasıdır. Nitekim dua mevzuuna da Bediüzzaman aynı tarzda girmiş ve, “BİRÇOK DEFA DUA EDİYORUZ, KABUL OLMUYOR. HÂLBUKİ ÂYET UMÛMİDİR, HER DUAYA CEVAP VAR” dersen, “işte benim cevabım” sözleriyle mevzuu böyle tevcih etmiştir:
“Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var, fakat kabul etmek hem aynı matlubu vermek Cenab-ı Hakkın hikmetine tabidir. Hasta bir çocuk, hekime seslenerek ‘bana bak’ der. Hekim: ‘Ne istersin, cevap ver’ der. Çocuk: ‘Şu ilâcı bana ver,’ der. Hekim, ya aynen çocuğun istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenab-ı Hâkim-i Mutlak, hâzır nazır olduğu için abdin duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir.”
Bediüzzaman’a göre dua aynı zamanda bir ubudiyettir. Ubudiyet ise meyveleri uhrevî olan bir neşve halidir. Dünyaya ait maksatlar ise o nevi dua ve ibadetin vakitleridir.
Meselâ yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yoksa o ibadet ve dua yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf. o niyetle olsa, o dua ibadet halis olmadığından kabule lâyık olmaz.
Aynı şekilde güneşin batışı akşam namazının vakti demektir. Yağmursuzluk da’ yağmur namazının vaktidir. Bir takım belâların ve muzır şeylerin insanlığa tasallutu, bazı duaların kendilerine has vakitlerinin olduğunu gösterir. İşte insan o özel vakitlerde aczini anlar.
“DUA İLE, NİYAZ İLE KÂDİR-İ MUTLAK’IN DERGÂHINA İLTİCA EDER. EĞER DUA ÇOK EDİLDİĞİ HALDE BELÂLAR UZAKLAŞMAZSA, ‘DUA KABUL OLMADI’ DENİLMEYECEK, ‘DUANIN VAKTİ KAZA OLMADI’ DENİLECEKTİR. EĞER CENAB-I HAK FAZL VE KEREMİYLE BELÂYI UZAKLAŞTIRSA NURUN ALÂ NUR, O VAKİT DUA VAKTİ BİTER KAZA OLUR.”
Bütün bunlardan da anlaşılıyor ki dua, bir ubudiyet sırrıdır. “Ubudiyet ise sırf Allah rızası için olmalı, yalnız aczini izhar edip dua ile Ona iltica etmeli, Rububiyetine karışmamalıdır; Allah’ın hikmetine güvenmeli, rahmetini it-ham etmemelidir.”
Evet, gerçekte âyet-i kerimelerin bey aniyle sabit olmuştur ki, bütün mevcudat kendilerine has tesbih, kendilerine has ibadetlerle secde ettikleri gibi, bütün kâinattan dergâh-ı ilâhiyeye giden bir duadır. Dua:
1. Kişinin istidat lisanı iledir; bütün hayvan ve bitkilerin dualarında olduğu gibi.
2. Kişinin fıtrî ihtiyaç lisanı iledir; bütün canlıların, iktidarları dâhilinde olmayan zaruri ihtiyaçları için yaptıkları dualarda olduğu gibi.
3. Zor durumda kalan bütün canlıların kat’i bir iltica için yaptıkları dualarda olduğu gibi.
İşte bu üç çeşit dua, herhangi bir engel çıkmazsa kabul olacak dualardır.
Bu sayılanların dışında bir dördüncü dua daha vardır ki, işte bizim duamız odur; iki kısma ayrılır:
1. Fiilî ve hâlî, yani esbaba teşebbüste olduğu gibi hal diliyle müsebbibi Cenab-ı Haktan istemek için alınan vaziyet.
2. Dille, kalble dua etmek, eli yetişmediği bir kısım isteklerini talep etmektir. Burada dua eden kişi anlar ki, onun kalbinden geçenleri işiten, her şeye gücü yeten, her arzusunu yerine getiren Birisi var. O, aczine merhamet eder.
Bu ayrıntılı açıklamaları yaptıktan sonra Üstad, bizlere bir hatırlatmada bulunmadan da edemiyor. Diyor ki:
“İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi rahmet hazinesinin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan vesileyi elden bırakma. Ona yapış; âlâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık, bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını, kendi duan içine al, bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumi gibi, ‘Ancak Senden yardım dileriz’ (Fatiha, ) de, kâinatın güzel bir takvimi ol.”
“Demek dua, bir sırr-ı ubudiyettir. Ubudiyet ise, halisen livechillah olmalı, yalnız aczini izhar edip, dua ile Ona iltica etmeli; Rububiyetine karışmamalı. Tedbiri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.”
Bu izahlardan da gayet vazıh olarak anlaşılmaktadır ki Bediüzzaman burada önce duayı açıklamakta, kulun vazifesini izah ettikten sonra dua-ubudiyet alâkasını belirtmektedir.
6. DUANIN EHEMMİYETİ ÜZERİNE
Üstad Bediüzzaman, Furkan Suresi 17. âyetinin tefsiri sadedinde, “Bütün mevcudat, herbiri birer dergâh-ı ilâhiyeye giden bir duadır”ifadesiyle kâinatta her varlığın, kendine mahsus lisanıyla Cenab-ı Haktan talepte bulundukları, “fıtrî lisanlarıyla Cevâd-ı Matlaktan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metalibi istiyorlar” neticesine ulaşmaktadır.
Bediüzzaman’a göre insanın yanıldığı en önemli noktalardan biri, belki de en başta geleni budur; yani dua gibi bir rahmet hazinesinin anahtarına sahip olmak…
“Derya içindeki mâhi gibi deryayı bilmemek” (su içinde yaşayan balığın suyun kıymetini bilmemesi). Mü’mine yakışan, öncelikle bu tükenmez hazineden imkân nisbetinde yararlanma yollarını aramak, daha açık bir ifade ile, dileklerini bu yolla yüce Yaratanına sunmaktır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, sadece sıkıntılı ve çaresiz kaldığı anlarda değil, genişlik ve her türlü imkân içinde yüzerken de kulun yalnız ve sadece Cenab-ı Hakka yalvarması, yâlnız Ona iltica etmesidir. Fatiha Süresinde de buyurulduğu üzere “Ancak Senden yardım isteriz”dileğinde samimi olması, bu dileğe bütün kalbî hasleti eriyle bağlanmasıdır.
Risale-i Nur Külliyatında dua mevzuunu Mektubat şu şekilde ifade etmektedir: “Mü’minin mü’mine en iyi duası nasıl olmalıdır?” Bu suale Bediüzzaman’ın cevabı:
“Esbab-ı kabul derecesinde olmalı. Çünkü bazı şerait dâhilinde dua makbul olur. Ezcümle dua edileceği vakit istiğfar ile manen temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan salavât-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salavât getirmelidir.”
Bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
“Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi Cehennem azabından koru.”
Bediüzzaman’a göre dua bir gayret, bir faaliyet, bir taleptir. Herhangi bir işe girişmezden önce nasıl hazırlık safhasına ihtiyaç duyulursa, aynen bunun gibi, duaya başlamadan Önce de mânevi hazırlığa ihtiyaç vardır. Mânevi temizliğin ilk merhalesi tevbe ve istiğfar getirmek, sonra da salavât-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmektir. Bunlar bir bakıma ön hazırlık gibi düşünülmeli, duaya konsantrasyon sağlanmalıdır. Böylece mâsiva ile alâka kesilmeli, dünya bir tarafa bırakılarak âdete ebedî hayata yönelmelidir.
Bediüzzaman’a göre “Duanın en güzel, en leziz, en hayır meyvesi onun bir dinleyeninin” bulunmasıdır. Yine Ona göre dua halis bir imanın neticesidir. Halis bir iman duayı, dua da imanı zaruri kılar. Burada Bediüzzaman’ın “Bütün ehl-i imanın mütemadiyen kemal-i hulûs ve dua ile istedikleri saadet-i ebediye onlara verilmesin, O Rahîm-i Mutlak bütün onların duasını kabul etmesin” tarzındaki tespitleri, hassaten dikkatimizi çekmektedir. Gayet vazıh olarak anlaşılmaktadır ki, mü’min tam bir olgunlukla inkıtasız şekilde duaya mülazemette bulunacak, mutlak kabulünü de yalnız Hâlık-ı Keriminden bekleyecektir.
İnsanda, yaptığının karşılığını görmek duygusu müşterek bir dilek halinde mevcuttur. Sevdiği birine mektup yazan kişinin, en kısa zamanda cevap beklemesi, cevap umması, beşeri münasebetler çerçevesinde nasıl normal bir istek ise kulun yüce Rabbine niyazının müsbet cevabını, kabul edilmişliğini görmesi de onu mesut ve bahtiyar kılacaktır. Ancak burada kula düşen, yaptığı her duaya halis bir iman damgası vurabilmesidir. Böyle bir damgayı taşıyan duanın müstecap olacağına dair Rabbânî ve Muhammedi müjdeler bulunduğunu her mü’min idrak etmelidir.
Bediüzzaman bir başka eserinde “Dualar, tevhid ve ibadetin esrarına numunedir; dua eden kimse de, kalbinde dolaşan arzu ve isteklerini, Cenab-ı Hak işitir deyip Kadir olduğuna itikat etmelidir” cümlesiyle, dua mevzuuna bir başka zaviyeden bakarak, tevhid ve ibadet sırlarına duanın bir numune teşkil ettiğine dikkatimizi çekmektedir. İstek ve arzularımızı Cenab-ı Hakka arzetmenin yegâne yolunun dua olduğu bu açıklamanın akabinde yer almaktadır. Yine aynı eserinin bir başka yerinde “Bana dua edin size cevap vereyim” âyetinin tefsiri sadedinde şu izahatı veriyor:
“BAZI DUALAR İCABETE İKTİRAN ETMEZ DİYE İDDİADA BULUNMA. ÇÜNKÜ DUA BİR İBADETTİR. İBADETİN SEMERESİ ÂHİRETTE GÖRÜLÜR. DÜNYEVÎ MAKSATLAR İSE, NAMAZ VAKİTLERİ GİBİ, DUALAR İBADET İÇİN BİRER VAKİTTİRLER, DUALARIN SEMERESİ DEĞİLDİRLER. KEZA, ZÂLİMLERİN TASALLUTU VE BELÂLARIN NÜZULÜ BAZI HUSUSÎ DUALARA VAKİTTİR.”
Bütün hayatını, öncelikle imanın şüphe ve tereddütlerden kurtarılmasına hasreden Said Nursî, tevhid meselesini daima ön plânda tutmuş onsuz hiçbir dinî esasın yerli yerine oturtulamayacağını savunmuştur. Ona göre dua, bu açıdan tevhid ve ibadetlerin sırlarını keşfetmeye bir numunedir, bir methaldir; duasız bir yere ulaşmak mümkün değildir. Tevhid ve ibadetin inceliklerine nüfuz etmesinin duadan geçtiğini açıklayan Üstad, kulun istek ve arzularını Cenab-ı Hakka arzetmesinin biricik yolunun da yine dua olduğunu vurgulamaktadır.
_______________________________________________________________________________
İsmail Hakkı ALTUNTAŞ
Faydalanılan Kaynak:
Osman CİLACI, Risale-i Nur Açısından DUA ve UBUDİYET, Nesil Yayın, Eylül, 1997, İstanbul