Yarım asır öncesinin insanları henüz bugünkü kolaylıklara alışmadıklarından, yaz sıcakları onlar için pek sıkıcı gelmiyordu. Çoğu, bahçe içinde kurulmuş evlerde oturuyordu. Küçük yerleşim yerlerinde, hemen herkesin yazı geçirebileceği bir bağı, bahçesi, yaylası bulunuyordu. Eşyanın zarûrî olanları pek az olduğundan, taşınmak kolaydı.
Baharın bitmesini beklemeyen aceleciler hemen mayısın ortalarında, biraz sabırlı olanlar da haziran ayı başlarında bağlara taşınırlardı. Bağlar kasabanın, ilçenin, ilin hemen civarında, 5-10 kilometrelik bir alan içinde yer alırdı. Bağlarda, çoğu kerpiçten yapılmış, ufak bağ evleri vardı. Bir at arabasına yüklenen ev eşyası yazı rahatla geçirmeye yeterdi. Sergi, yatak, kab-kacaktan ibâret bu eşya, bir merkebin sırtında bile taşınabilirdi.
Bağa göçüleceği zaman, bağ evine küçük bir bakım yapılır; duvar ve zemini killi toprakla badana edilirdi. Su kuyuları veya biriktirme havuzları temizlenirdi. Daha bahar başlarında bağın toprağı bellenir, yabanî otları alınır, sulama kanalları elden geçirilirdi.
Yemek için dışarıda yapılan toprak bir ocak ihtiyaca cevap verirdi. Süt, yoğurt, yağ cinsinden olan yiyecek malzemeler evde beslenen hayvanlardan sağlanırdı. Sebze ve meyveler, eğer mevsimi girmişse, bahçeden veya bağdan toplanırdı. Ekmek, daha önceden anbarlarda depolanan buğdayın kara değirmende öğütülmesinden elde edilen undan, sac üstünde pişirilerek evde hazırlanırdı. Et ve yumurta, kümes hayvanlarından temin edilirdi. Geçen sonbaharda hazırlanan kavurma bitmişse, arada bir, kasaptan alınan taze et ayrı bir yeri olan yiyecekti.
Sabah erken kalkılırdı. Namaz kılanlar işe koyulurdu. Hanımlar yemek hazırlarken, erkekler bağın sulama işlerine bakar; çocuklar, büyükbaş hayvanları, sürüye katmak için sığırtmaçın bulunduğu noktaya kadar götürürlerdi. Sabahın serinliğinde, ağaçların altında, kuşların ve türlü böceklerin neşeli sesleri arasında kahvaltı yapılırdı. Kahvaltıdan, şöyle günün bütün zahmetlerine yetecek bir gücü verebilecek yemek kastedilirdi: Tarhana veya bulgur çorbası, yeşil biber, taze soğan, sac ekmeği!
Artık, erkekler şehirdeki işlerine gitmek üzere ya yayan, ya merkep, at gibi bir binekle veya bisiklet, motosiklet gibi vâsıtalarla yola çıkarlardı. Uzaklığına göre, âzâmî bir iki saat süren yaya yolculuğu diğerlerinden daha güzeldi. İnce bağ yollarından, ağaçlar ve bitkiler arasından süzülüp gelenler, ana yollarda birleşir; sohbet ederek, yârenlikle zamanın akışını fark bile etmeden şehre ulaşırlardı.
Akşamları, dönüş serinlikte başlardı. Bitirilen işlerin yorgunluğunun yarısı, yoldaki dostluklarda; diğer yarısı bağın yeşil bağrındaki evde, çoluk – çocukla giderilirdi. Şehirden çocuklara şeker, leblebi, fırın ekmeği gibi hediyeler getirilirdi. O zamanlar, daha çikolata gibi veyâ bugünkü çocukların burun kıvırdığı lüks yiyecek maddeleri gibi malzemeler yoktu. Bulunanlar ise boyalı halka şeker, leblebi şekeri idi; en üstünü akîde şekeri veya lokumdu. Bisküvi ender de olsa, ele geçiyordu. Fırın ekmeği çocukların sevdiği yiyeceklerdendi.
Gece, isli bir gaz lambası odayı aydınlatırdı. Ekseriyetle bağ evlerinin seki denen terasında oturulurdu. Orada gazyağı feneri yakılırdı. Karanlıkta oturanlar daha çoğunluktaydı. Berrak semânın yıldızları, yeşil yaprakların aralarından göz kırpardı. Geceyi, tabîatın leylî varlıklarının sesleri çınlatırdı: Kurbağalar, cırcır böcekleri, çekirgeler, gece kuşları o güzel yaz gecelerinin yorulmaz zâkirleri idi.
Gündüz dere – tepe demeyip gezen, ağaçlara tırmanan küçük yaramazlar yatsı vakti girmeden, gecenin serinliğine teslim olup uykuya dalarlardı. Aile geç vakitlere kadar sohbet ederdi.