İKİNCİ ŞUÂ – Tehvidin İkinci Meyvesi-2
Mesela, sırr-ı vahdet ile kâinat öyle cesîm ve cismanî bir melaike hükmünde olur ki mevcudatın nevileri adedince yüz binler başlı ve her başında o nevide bulunan fertlerin sayısınca yüz binler ağız ve her ağzında o ferdin cihazat ve ecza ve aza ve hüceyratı miktarınca yüz binler diller ile Sâni’ini takdis ederek tesbihat yapan İsrafil-misal ubudiyette ulvi bir makam sahibi bir acayibü’l-mahlukat iken hem sırr-ı tevhid ile âhiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulat yetiştiren bir mezraa ve dâr-ı saadet tabakalarına a’mal-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika ve âlem-i bekada hususan cennet-i a’lâdaki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüz bin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken; şirk ise bu çok acib ve tam mutî, hayattar ve cismanî melaikeyi camid, ruhsuz, fâni, vazifesiz, hēlik, manasız, hâdisatın herc ü merci altında ve inkılabların fırtınaları içinde, adem zulümatında yuvarlanan bir perişan mecmua-yı vâhiyesi, hem bu çok garib ve tam muntazam, menfaattar fabrikayı mahsulatsız, neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel’abegâhı ve umum zîşuurun matemhanesi ve bütün zîhayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretine çevirir. İşte اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظٖيمٌ sırrıyla, şirk bir tek seyyie iken ne kadar çok ve büyük cinayetlere medar oluyor ki cehennemde hadsiz azaba müstahak eder. Her ne ise… Siracünnur’da bu İkinci Meyve’nin izahatı ve hüccetleri mükerreren beyan edildiğinden, o uzun kıssayı kısa bıraktık.
Bu İkinci Meyve’ye beni sevk edip îsal eden acib bir his ve garib bir zevktir. Şöyle ki:
Bir zaman, bahar mevsiminde temaşa ederken gördüm ki: Zemin yüzünde haşir ve neşr-i a’zamın yüz binler numunelerini gösteren bir seyeran ve seyelan içinde kafile kafile arkasında gelen geçen mevcudatın ve bilhassa zîhayat mahlukatın, hususan küçücük zîhayatların kısa bir zamanda görünüp der-akab kaybolmaları ve daimî bir faaliyet-i müthişe içinde mevt ve zeval levhaları bana çok hazîn görünüp rikkatime şiddetle dokunarak beni ağlatıyordu. O güzel hayvancıkların vefatlarını gördükçe kalbim acıyordu. “Of, yazık! Âh, yazık!” diyerek bu âhların, ofların altında derinden derine bir vaveylâ-i ruhî hissediyordum. Ve bu âkıbete uğrayan hayat ise ölümden beter bir azap gördüm. Hem nebatat ve hayvanat âleminde gayet güzel, sevimli ve çok kıymettar sanatta olan zîhayatların bir dakikada gözünü açıp bu seyrangâh-ı kâinata bakar, dakikasıyla mahvolur, gider.
Bu hali temaşa ettikçe ciğerlerim sızlıyordu. Ağlamak ile şekva etmek istiyor, “Neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?” diye feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soruyor ve böyle faydasız, gayesiz, neticesiz, çabuk idam edilen bu masnûcuklar gözümüz önünde bu kadar ihtimam ve dikkat ve sanat ve cihazat ve terbiye ve tedbir ile kıymettar bir surette icad edildikten sonra, gayet ehemmiyetsiz paçavralar gibi parçalanıp hiçlik karanlıklarına atılmalarını gördükçe kemalâta meftun ve güzelliklere müptela ve kıymettar şeylere âşık olan bütün latîfelerim ve duygularım feryat edip bağırıyorlardı ki: “Neden bunlara merhamet edilmiyor? Yazık değiller mi? Bu baş döndürücü deverandaki fena ve zeval nereden gelip bu bîçarelere musallat olmuş?” diye mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzünde bulunan elîm keyfiyetleriyle kadere karşı müthiş itirazlar başladığı hengâmda birden nur-u Kur’an, sırr-ı iman, lütf-u Rahman ile tevhid imdadıma yetişti, o karanlıkları aydınlattı, benim bütün “Âh!” ve “Of!”larımı “Oh!”lara ve ağlamalarımı sürurlara ve “Yazık!” demelerimi “Mâşâallah, bârekellah”lara çevirdi. “Elhamdülillahi alâ nuri’l-iman” dedirtti.
Çünkü sırr-ı vahdetle şöyle gördüm ki: Her bir mahluk, hususan her bir zîhayatın sırr-ı tevhid ile …