Hayat, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının en mühimlerindendir. Çünkü Allahu Teâlâ’nın isim, sıfat ve fiillerinin tecellîsi en âzâm sûrette hayatla ortaya çıkmaktadır. Bir cisme hayat girdiği zaman, o cisim bütün kâinatla alâkadarlık peydâ etmektedir. Hayat vâsıtası ile diğer varlıklarla münâsebet kurabilmektedir. Gerçi, cansız varlıklar olarak sıraladığımız yaratıkları meydana getiren atomların kendilerine göre birer hayatı olduğunu düşünürsek, var olan hiçbir cismin hayatsız olduğunu söyleyemeyiz. Ancak, anladığımız ve kullandığımız mânâda hayat, bitkilerden başlamakta; derece derece yükselerek gitmektedir.
Üzerinde bulunduğumuz arza baktığımızda, neredeyse, hemen her şeyin hayata hizmet etmekte olduğunu görürüz. Sistemimizin imamı güneşten tutun, varlıkların tâ en ufak parçasına kadar her cisim hayatı gözetmekte, onun devâmı için çalışmaktadır. Görünüşte hayatın son bulması bile, gerçek anlamda bir son bulma değil, hâl ve şekil değiştirmedir. Hâlık-ı Âlem, bir def’a yarattığı bir varlığı, şehâdet âleminden çıkarsa bile, mutlak bir yokluğa atmamaktadır. Bir def’a hayat verdiğinin hayatını ebediyyen elinden almamaktadır. O varlık için, bilinen âlemlerin dışında bir başka mekân ve başka zamanda; başka boyutlarda vücut ve hayat devam etmektedir.
Hayy isminin tecellîsini, kàbiliyeti nisbetinde bütün mahlûkàtına aksettiren hayat ve bekâ sâhibi olan Allâh’ın murâdını anlayan ârif ve âlim kişiler, en ufak bir canlıya dokunmaktan kaçınmışlar; çok lüzumlu olmadıkça en küçük bir yaprağı bile koparmamışlardır. Yûnûs Emre ve Sünbül Sinan hakkında anlatılan menkabede, zikir ve tesbih etmeyen bir çiçek bile bulamadığından, daha önce koparılıp atılmış bir çiçeği şeyhine getirmesi hâdisesi buna bir misâldir. Kalb gözü ile bakanların ve îmân kulağı ile dinleyenlerin, âyet-i kerîmede de belirtildiği üzere, bütün varlıkların tesbih ve hamdlerini görmekte ve duymakta oldukları ifâde edilmektedir.
Varlıkların hukûkuna gerçek saygıyı İslâmiyet ve îman vermektedir. Hayâta hakîkî değeri, ancak inananlar biçmektedir. Her mevcûdun Yüce Yaratan’ın arzûsu, irâdesi ile ortaya çıktığını; Allâh’ın mukaddes isim, sıfat ve fiillerine bir çeşit aynalık ettiğini, inanmayan kimse nereden bilebilir? Kendisinden başkasının varlığı ve hayâtına önem vermeyen ve hak tanımayan şahıstan ne beklenebilir? Yaratılıştan iç yapısına konulmuş olan duygulara rağmen başka hukûka aldırmayan kişinin, geçici bir süre ve bâzı menfaatler için, çevresindekilere gösterdiği saygı, gerçek saygı sayılabilir mi?
Hayâtı mukaddes gören bir anlayıştır ki, hayat sâhibi varlığın bütün haklarına riâyeti emreder. Bu telâkkîde olan şahıs, hakkın küçüğü-büyüğü olmadığını idrâk eder. Hakka tecâvüzün, bütün kâinâtı kızdıracak bir zulüm olduğunu bilir. Herhangi bir varlığa yapılan haksızlığın, ancak ona gerekli tazminâtı ödemekle giderilebileceğini; bunun da çok zaman, ödenemeyecek derecede yüksek bir bedele bâliğ olacağını fark eder. Öyle bir mahkemede, öyle yüksek bir hâkimin huzûrunda, öyle âdil bir yargılama olacaktır ki, kimsenin borcunu en ufak ayrıntısına kadar ödemeden kurtulması imkânsızdır. Hak sâhibini râzı etmeden, o günün dehşetinden kaçabilmek mümkün değildir.
Bizim seviyemizde olsun, olmasın; hayâtın her mertebesi mukaddestir. Her mertebedeki varlığın kıymeti çok yücedir. Kimsenin, kendisini bir başkasından yaratılış ve hayatdarlık noktasında üstün görme hakkına mâlik olmadığı bilinmelidir. Çünkü, yaratıcılık ve hayat verme noktasında, zerre ile umûm kâinâtın farkı yoktur. Kimin, kendisine yüklenen görevi en iyi şekilde îfâ edebileceği ve Cenâb-ı Hâlık’ı râzı edebileceği ise meçhûldür. Belki, yaratılış gàyesine en uygun hizmeti şu hiç ehemmiyet vermediğimiz bir mahlûk, bizden kat kat fazla yerine getirmektedir. Bu bakımdan her hayâtı kutsal ve her hayat sâhibini, en azından, kendimizle eşit olarak görmek gerekir…
Ekrem Kılıç