İnançları dolayısıyla, ölüm ile yaşamak arasında pek fazla bir fark görmeyenler, hayatı sevmemekle itham edilmektedirler. Bu, tamâmen yanlış bir kanâattir. Hayatı sevmeyen canlı olamaz. Ancak, hayatı sevmek başka; onu, uğrunda her türlü fedâkârlığı yapacak derecede yüceltmek yine başkadır… Hattâ bu fedâkârlık zaman zaman, her türlü hakàret ve zillete katlanmak şeklini alan bir bayağılığa varmaktadır.
Cenâb-ı Allah, kâinâtı yaratırken zıtları bir araya koymuştur. Bu sebeple, herhangi bir konuya açıklık kazandırmak için, ister istemez, iki kutuptan söz etmek zorunda kalınmaktadır. Yazılarımızda, iki de bir, inanan – inanmayan ifâdeleri sırf bu mecbûriyet yüzünden kullanılmaktadır. Yoksa, bâzı kişilerin hassâsiyetine dokunmak ve onların yanlış anlayışlarınca, toplumu gruplara bölmek gibi bir niyetimiz bulunmamaktadır. Yalnızca bir tespit ve târif amacı taşıdığımızı özellikle belirtmek gerek…
Aslî görevimiz, maddî yaşayışımızdan ziyâde, mânevî âlemimize bakmak; o husustaki noksanlarımızı ıslah ve tekmîle çalışmaktır. Hayatı da, mânevî ve ebedî bir ömrün vesîlesi olduğu için sevmekteyiz. Zâten, yalnızca dünyada ve maddî bedenimizle sınırlı bir ömrümüz olsa idi; bu, yaşadığımız her ânın ıztırapla geçmesine sebep olacaktı… Bu hayatı yaşanabilir ve katlanılabilir yapan tek sâik, inançtır. Yeryüzündeki bütün varlıkların mâcerâlarını ibretle seyredip, bundan lüzumlu dersleri çıkartacak bir akla sâhip olan herkes, bu konuda ittifak etmektedir: İnançsız yaşamak, cehennem hayatı ile aynıdır.
Şuurlu her mahlûk, ihtiyaçlarının çokluğu ve gücünün yetersizliği nispetinde, aklının ve duygularının kendisini rahatsız etmesinden kurtulamamaktadır. Hayattan tad almayı bırakın, her lokma ve her yudum insanda zehir etkisi yapmaktadır. Lezzetler ve zevkler, çok ânî şekilde keder ve acıya dönüşmektedir. Geçen zaman kadar, bilinmeyen gelecek de insana eziyet vermektedir. Ne pişmanlıkları onarmak, ne belirsizliklerden korunmak mümkün olmamaktadır.
Hayatın gerçek değeri ve tadı ancak inançla bilinir ve hissedilir. Ondaki yüce maksatlar bu sûretle anlaşılabilir. Başka canlıların görevleri ve kıymetleri, îmân olmazsa, idrâk edilemez. Kâinâtın sırrı onsuz anlaşılamaz. Hayatın gerçek sâhibi, yaratıcısı, ihsân edicisi; Hayy, Muhyî, Muhsin isimleriyle müsemmâ olan Allâhu Teâlâ’ya inanmak ve onun isim ve sıfatlarını bilmekle, hayatın hakîkî mânâsına ulaşılabilir. Aksi halde, bir bilmece olarak kalır.
En küçük bir varlıkta kendisine göre bir yaşayış şekli yaratan ve bütün kâinâtı sayısız canlı ile donatan Zât’ın, elbette, bununla gözettiği bir maksat vardır. Bunu anlamaya çalışmamak; açıklayanlara kulak tıkamak pek akıllıca bir davranış değildir! Şuurlu bir şahsın, faydasız bir hareket yapması mâkul karşılanmazken, sonsuz hikmet ve ilim sâhibi Allâhu Teâlâ’nın boş ve faydasız bir iş yapması akla sığar mı? Kâinâttaki her işinde ve her faaliyetinde hesapsız gàyeler, faydalar, sonuçlar bulunduğu her hâlinden anlaşılan Hâlık-ı Alîm ve Hakîm, abes iş yapar mı?
Hayat vâsıtası ile her yaratığa, çevresinde olan bitenleri kendisine göre değerlendirecek hadsiz görevler verilmiştir. O varlık bu işi, maddî vücûduna takılmış sayısız ölçüler ve âletlerle derk etmektedir. Bâzıları, bu faaliyet için yeterli şuurları olmasa bile, akıllı bir insanın laboratuardaki cihazlardan yararlanarak çeşitli ölçümler yapması gibi, başkaları için gerekli tespitleri yapmakta; sonuçları kayıt etmektedirler. Hayat, âdetâ başlı başına bir laboratuar olmaktadır. Kâinâtın yaratılışından beklenen bütün gàyeler ve netîceler, hayat vâsıtası ile anlaşılabilmektedir.
Bu bakımdan, inançlı kimseler hayâtı gerçek olarak sevmekte; gerçek değeri vermektedirler…