“Âyâ, zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.”(1)
Üstad Hazretlerinin yukarıda işaret ettiği gibi, Afrika’da açlıktan ölenler rızıksızlıktan dolayı değil cinayetten ölüyorlar. Yani Avrupa’nın sömürgeci zihniyeti, Afrika gibi zayıf milletlerin elinden kaynakları zorla gasp edip onları ölüme terk ediyorlar. Yoksa Allah dünya üzerinde yaşayan bütün canlıların rızkını kafi derecede veriyor. Ama imtihan gereği Allah kafir ve zalimlere bir mühlet ve bir serbestlik verdiği için, onlar zayıf olanları sömürüp katlediyorlar. Bu sebeple bu tarz cinayetler kefilliği ilan eden ayetin kapsamına girmiyor.
- Üstad Bediüzzaman Said Nursi Afrika gerçeğini böyle dile getirmişti. Hakikatin ışığı Risale-i Nur da bugün bir çok Afrika ülkesinde binlerce tenleri siyah ama kalpleri nurlu kardeşlerimize iman hakikatleriyle yollarını aydınlatmaya devam ederken, halen medeniyet düşmanı Avrupalı Emperyalist güçler bu durumdan rahatsızlıklarını sömürge düzenlerini katılaştırarak devam ettirmekteler.
Türkiye İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) başkanı Dr. Serdar Çam konuyla alakalı ve oldukça değerli bulduğumuz bir analiz hazırlamış. Gelin birlikte okuyalım.:
15. asırdan bu yana emperyal sömürgeciliğin pençelerini üzerinden çekmediği Afrika, acılarla yoğrulmuş bir tarihe sahip. Pek çok tarih kitabında “Avrupa’nın dünyayı anlamak adına giriştiği çaba” şeklinde naif tanımlar yapılsa da, coğrafi keşifler Afrika için büyük acıların başlangıcına işaret eder.
Batı’nın Afrika’yı işgali, Atlas okyanusuna uzanan Sagres adlı küçük bir burunda, Portekiz Kralı I. John’un oğlu ‘Denizci’ lakaplı Henry’nin kurduğu denizcilik okuluyla Portekiz’de başlar. Vasco de Gama, Kristof Kolomb, Magellan gibi kâşiflerin sıralarından geçtiği bu okul, aynı zamanda siyasi iktidarın desteğiyle zenginlik ve şöhret arayışında olan insanlar çıkarmış ve Afrika için sömürgeciliğin ilk kurumsal yapısını oluşturmuştur. 1487’de Portekizli gemici Bartolomeu Dias’ın Ümit Burnu “keşfi” ve 1498’de Vasco de Gama’nın Ümit Burnu’nu geçerek Hindistan’a varması ise Afrika kıtasının zenginliğini Batı’ya taşımada dönüm noktası olmuştur.
Gördüğü zenginlik karşısında Afrika’nın halklarını ve devletlerini yok sayan Batı, hızlı bir şekilde köleleştirme ve kolonileştirme faaliyetlerine başlamıştır. Kendisi için bilinmeyenin keşfi, hâkim olma arzusuna ve dilediği gibi tasarruf etme hırsına dönüşmüştür. Zengin kültürü ve medeniyetiyle büyülü bir dünya denilebilecek Afrika, gelişmiş ülkeler için katıksız ve büyüden yoksun bir ticari araç haline gelmiştir. Sömürgecilikle ülkelerine çok şey götürenler, geride çok az şey bırakmış, önce köle, sonra hammadde kaynağı ve en sonunda pazar olarak iştah kabartan kıta ise 19. yüzyılla birlikte büyük bir rekabet alanına dönüşmüştür. Bu süreçte sadece iki Afrika devleti (Etiyopya ve Liberya) bağımsız kalabilirken, masa başında cetvel ile sınırlar çizilmiş, milyonlarca Afrikalı zulümle yaşamını kaybetmiştir. “Her büyük servetin arkasında bir suç gizlidir” diyen Fransız yazar Balzac’ın işaret ettiği gibi, sömürgeciliğe geç girenlerin hırsı, önde gidenlerin kaybetme korkusuyla birleşince ortaya daha büyük bir yıkım çıkmıştır.
Afrika ülkelerinin imajını zedeleyen bakış açısının değişmesi lazım
Afrika ülkelerinin çoğu, II. Dünya Savaşı’ndan sonra “siyasi bağımsızlığa” kavuşsa da, kıtanın içinde olduğu durum ve imaj hiç değişmedi. “Batı’nın medeniyet götürmesi gereken” Afrika, iç savaş, terör, siyasi istikrarsızlıkla, zavallı ve her türlü krize gömülmüş bir tablo şeklinde tasvir edilmektedir. Maalesef, gelişmiş ülkelerin ve uluslararası yardım kuruluşlarının yardım anlayışı da bu kısır döngü içerisindedir. Basmakalıp söylemler ve duygusal istismar boyutuna varan fotoğraf kareleriyle bütün kıtada açlığın, sefaletin, hastalıkların ve insani dramın öne çıkarıldığı yardım çağrıları, geçmişte olduğu şekliyle aynen tekrarlanmaktadır.
Bilindiği üzere, dünya nüfusunun yüzde 15’ine ev sahipliği yapan Afrika, 1 milyarı aşan nüfusu ile hiçbir kıtanın sahip olmadığı doğal ve beşeri kaynaklara sahiptir. Petrol, doğal gaz yatakları, altın ve elmas madenleri, ormanları, su kaynakları, deniz ürünleri, zengin endemik bitki türleri, yılda 3-4 kere ürün alınabilen iklim çeşitliliği ve turizm potansiyeliyle kıtadan adeta zenginlik fışkırmaktadır. Vaziyet böyle iken gelişmiş ülkeler, kurumları, medyası ve uluslararası yardım kuruluşlarıyla yoksulluk ve sefalet bataklığına saplanmış bir Afrika imajı çizmekte ısrar etmektedir. Özellikle Boko Haram, Eş Şebab, El Kaide gibi terör örgütlerinin haberlerinin, saldırıların ve ölümlerin sürekli öne çıkartıldığı, geri kalmışlığın yanı sıra güvenlik sorunlarının da Afrika ülkelerinin imajına eklendiği küresel bir algı yönetimi görülmektedir.
Hâlbuki insani krizler bugün sadece Afrika’da yaşanmamaktadır. Birçok gelişmekte olan ülkede fakirliğe bağlı ölümler yaşanmakta, hatta gelişmiş ülkelerde dahi evsiz ve işsiz yüz binlerce insan yaşam mücadelesi vermektedir. Yemen’den, Libya’dan, Suriye’den, Irak’tan kaçan milyonlarca sivilin Akdeniz’deki botları gelişmiş ülkelerin sahil güvenliklerince batırılmakta, sınır kapılarında, kamplarda milyonlarca mülteci açlık ve sefalet içinde yaşamaktadır. Aslında Afrika için çizilen imajın bir benzeri, bugün gelişmiş ülkelerin yanı başında cereyan etmektedir. Ancak yaşanan bu dramlara karşı küresel kamuoyunun sessiz tavrı, mazluma bakıştaki samimiyetin sorgulanmasına neden olmaktadır.
Fakirlik edebiyatı ile daha da zenginleşmek isteyenler
Afrika’ya dair oluşturulan olumsuz imajın yıllardır sürdürülmesi, yardımlar konusunda da kısır bir döngü ortaya çıkarmıştır. “Fakirliğe mahkûm olmuş ve sorunlarını çözemeyen” bir Afrika, uluslararası yardım kuruluşları için geniş bir faaliyet alanı anlamına gelmektedir. Toplanan fonlar nedeniyle bu kuruluşlar etrafında birçok firma kümelenmekte ve yeni tedarik kanalları açılmaktadır. İlaç, gıda, tekstil, ulaşım gibi belli sektörler, sadece bu yollardan dahi zenginleşebilmektedir. Ayrıca birçok yardım kuruluşu, insan kaynağına bağlı masraflar nedeniyle, toplanan fonların önemli bir kısmını yönetim giderlerine ayırmaktadır. Böylece, ülkelerde kalıcı bir kalkınma süreci başlatmak yerine, yoksulluktan beslenen bir uluslararası yardım sektörü oluşmaktadır. Bu sektörün en acı tarafı ise duyguların ve insani dramların sömürüsü üzerinden rant elde ederek varlığını devam ettirmesidir. Maalesef farkında olmadan, iyi niyetli pek çok yardım kuruluşu da bu sürece dâhil olmaktadır.
Zaman zaman belli bölgelerde insani krizler yaşanması doğal bir durumdur. Fakat krizlerin, tonlarca acil yardım malzemesinin getirilip bu bölgelere yığılmasıyla çözülemeyeceği artık anlaşılmaktadır. Zira çoğu zaman yardımlar, ülkelerin lojistik altyapılarının eksikliği nedeniyle ihtiyaç sahiplerine ulaşmamakta ve çürüyüp gitmektedir. Yardımlar ulaşsa bile geçici bir iyileşme sağlanmakta ve yeni krizlerde tekrar başa dönülmektedir. Los Angeles Times’da geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Dış yardım: Para israfı veya dünya istikrarına katkı?” başlıklı makaleye göre, dünyanın en büyük bağışçı ülkesinin 2016 yılında sıtma ile mücadele programı için Afrika’ya gönderdiği 15 milyon dolarlık ilaç ve fon desteğinde, ilaçların çalınarak karaborsada satıldığı ve yerel kişilerce para aklama yoluyla fonların da başka yerlere aktarıldığı skandalı ortaya çıkmıştır. Benzer olaylar, acil insani yardım ve fon transferlerinde artık sıkça yaşanmaktadır. Dolayısıyla, toplanan milyarlarca dolar, verimsiz ve kalıcı çözüm üretmeyen işlerde heba edilmektedir. OECD’nin 2016 öncül verilerine göre, dünyada resmi kalkınma yardımları miktarı 143 milyar dolara ulaşmıştır. 1950’lerden bu yana her yıl milyarlarca dolar yardım yapılmasına rağmen, hâlâ az gelişmiş ülkelerde kalkınma adına netice alınamamış olması, meselenin finansal kaynakla ilgili olmadığını açıkça göstermektedir. Peki, yapılması gereken nedir?
Sil baştan başlamak gerekir bazen
2000’li yılların başından itibaren, fakirlik ve az gelişmişlikle mücadele konusunda BM tarafından ortaya iddialı hedefler konulmuştur. ‘Bin Yıl Kalkınma Hedefleri’nin yerini 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin alması, küresel ölçekte ortak bir irade oluşmasına katkı sağlasa da, söylemler hâlâ arzu edilir ölçekte eyleme dönüşmemektedir. Dolayısıyla derin bir zihniyet dönüşümüne ihtiyaç vardır. Zira rahata düşkünlük ve ülkelerin çıkara dayalı bencil hesapları, giderek en büyük sorun haline gelmekte ve paylaşmayı bilmeyen bir dünya inşa etmektedir. Bu noktada en temel gaye, samimi bir şekilde insan onurunu merkeze alarak hareket etmek olmalıdır. Başta Afrika ülkeleri olmak üzere, insan haysiyetine yaraşır şekilde, hiçbir ülkenin kalkınması ve zenginleşmesi diğer ülkelerce bir tehdit veya rekabet nedeni olarak algılanmamalıdır.
Kalkınma yardımları konusunda ise artık daha gerçekçi ve kalıcı yaklaşımlara ihtiyaç duyulmaktadır. Çoğu zaman yardım adı altında yürütülen faaliyetler, ülkelerin kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayacak imkânları yok etmektedir. Örneğin belli fon transferleriyle bir takım ekonomik ve ticari imtiyazlar elde edilerek ülkelerin gelişme potansiyeli olan sektörleri bitiriliyor, kaynaklarına el konuluyor ve birkaç bin kişiyi faydalandıracak adil olmayan bir gelir sistemi kuruluyor ise burada kalkınmadan değil bağımlı-sömürgeci bir ilişkiden bahsedilebilir. Son dönemde dış yardım alanına giren yeni aktörlerin de benzer bir anlayışla az gelişmiş ülkelerin kaynaklarını tamamen kendilerne seferber etmeye çalışması, oraları bir pazar ve hammadde rekabet alanı olarak görmesi de aynı şekilde kabul edilemez.
Asıl olan, ülkelerin refahına ve istikrarına kalıcı hiçbir katma değer sağlamayan, günü kurtaran yardımların terk edilmesi ve her ülkenin kendi kaynaklarını kullanabileceği altyapıların kurulmasına ve yapısal dönüşüme olanak sağlayan yeni bir kalkınma işbirliği modelinin geliştirilmesidir. Bu anlamda, bugün başta BM olmak üzere birçok uluslararası kuruluş tarafından hâlâ Afrika için geçici acil yardım çağrıları yapılırken, Türkiye daha kalıcı çözümler üretecek çalışmaları öncelemektedir. “Türk Tipi Kalkınma Yardımı” diyebileceğimiz yeni bir modelle, tüm kurumların ve STK’ların işbirliğiyle Afrika’da açılan 21 TİKA ofisiyle her alanda ülkelerin ihtiyaç duyduğu temel altyapıların kurulmasına yönelik projeler hayata geçirilmektedir. Dünyanın görmezden geldiği Somali örneğinde olduğu üzere, inşa edilen hastane, klinikler, yollar, okullar, açılan su kuyularıyla ülkelerin en temel hizmet alanlarında altyapı ve kapasite birikimi oluşturulmaktadır. Ormancılık, hayvancılık, seracılık, balıkçılık, tarım gibi pek çok üretim sektörü desteklenerek istihdam yaratılmasına ve ekonominin canlanmasına katkı sağlanmaktadır. Bütün bu çabaların gayesi, küçük rakamlarla dahi olsa, gerçek ihtiyaçları dikkate alarak somut projeler üretildiğinde ülkelerin sağlıklı bir kalkınma sürecine girebileceğini kanıtlamak, hiçbir ülkenin fakirliğe mahkûm olmadığını dünyaya göstermek ve Afrika’nın “karanlık kıta” imajının ortadan kalkmasına katkı sağlamaktır.
Yapısal dönüşümü sağlayacak kalkınma faaliyetlerine başlandığı zaman, örneğin 3333 kilometreyle Afrika’nın en uzun kıyı şeridine ve coğrafi açıdan son derece önemli bir konuma sahip olan Somali’nin gelecekte bir Dubai veya Abu Dabi olmaması için hiçbir neden bulunmamaktadır. Aksi takdirde, bu kıyılardan Somali faydalanamadığı gibi, yoksullukla terörize edilen guruplar deniz korsanları olarak sahaya çıkarak saldırılarıyla küresel ticarete darbe vurmaktadır. Bir Dünya Gelecek Vakfı’nın (One Earth Future Foundation) “Deniz Korsanlığı-2015” raporuna göre, 2010 ila 2015 yılları arasında Somali’nin bulunduğu batı Hint okyanusu bölgesinde meydana gelen korsan saldırılarının insani ve ekonomik maliyeti 25 milyar doların üzerine çıkmıştır. Bu demektir ki işbirliği yapılan ülkelerde yapısal dönüşümü önceleyen bir kalkınma anlayışı gerçekleşmedikçe, dünya bir taraftan yardım yapmaya, diğer taraftan ise daha fazlasını kaybetmeye devam edecektir.
Bugünün zengini yarının fakiri olabilir
Âli İmrân suresinin 140. ayeti, sevinçli ve kederli günleri Allah’ın insanlar arasında evirip çevirdiğinden bahseder. Yani ne zenginlik ya da fakirlik ne de güzellik ya da kötülük kalıcıdır. Bugünün gelişmiş ülkeleri, iki dünya savaşıyla açlık ve büyük bir yıkım yaşadığı, 100 milyona yakın insanını kaybettiği halde yeniden toparlanabilmiştir. Benzer şekilde, Afrika ülkelerinin de kalkınmasının önünde bir mani görünmemektedir. Yeter ki onları kırılgan ve başarısız ülkelere dönüştüren süreçler samimiyetle anlaşılabilsin.
Evvela, hiçbir ülke elde ettiği zenginlik nedeniyle küçümseme içine girmeden Afrika’ya saygıyla bakmayı öğrenmelidir. Beş asır boyunca kölelik ve sömürgecilik altında ezilmiş, iç savaşlar, terör ve daha birçok zorluk yaşamış olmasına rağmen, Afrika halkları gelenekleriyle, dilleriyle, kendine özgü el sanatlarıyla zengin kültürünü korumayı ve bugüne taşımayı başarabilmiştir. Hatta köleleştirilerek götürüldüğü Amerika ve Avrupa kıtasına dahi kendi kültürünü taşıyarak oraları zenginleştirmiştir. Pek çok insanın yapamayacağı şekilde, doğal hayatla örnek bir uyum geliştirmiştir. Yaş ortalaması 20 olan, nüfusu her sene ortalama yüzde 2,5 artan Afrika kıtasında, yetişmiş insan kaynağı da oluşmaya başlamıştır. Somali, Güney Afrika, Namibya, Kenya, Senegal gibi ülkelerden birçok insan gelişmiş ülkelerde, uluslararası kuruluşlarda üst düzey görevlerde çalışmaktadır. Dolayısıyla “Afrika’nın az gelişmişlik sorunu”nun arkasında bir “cehalet”in olduğundan bahsetmek de mümkün değildir. Yapılması gereken, tüm ülkelerin, “Afrika’nın sorunlarına Afrika’dan Çözümler” düsturu ile Afrika’nın yetişmiş insanına daha fazla söz hakkı verecek ve kalkınma potansiyelini gerçekleştirebilecek kalıcı imkânlar sunmasıdır.
‘Karanlık Kıta’ imajı ile işbirliği yürümez
Afrika’nın kalkınması isteniyorsa, artık kıta ile yeni bir iletişim dilinin kurulması gerekmektedir. Sefalet, hastalıklar ve savaşlar üzerinden oluşturulan bir imaja insanların dikkatleri yoğunlaştırılarak zenginliğine kolayca el konulan Afrika artık mazide kalmıştır. Bugün dünyanın her yerinde olduğu gibi Afrika halkları da okumakta, kendini geliştirmekte, olup biten hadiselere ve haksızlıklara karşı sesini yükseltmektedir. Belli olumsuzlukların öne çıkarılarak ülkelerinin itibarının zedelenmesini ve gelişimlerine mani olan her türlü girişimi de reddetmektedir. Bilinmelidir ki kıtaya yönelik olarak oluşturulan olumsuz algı, hem kalkınma hem de uzun vadeli işbirliği adına yapıcı değil yıkıcı etki yapmaktadır. Zira Afrika’nın sorunu yetişmiş insan veya doğal kaynak kıtlığı değil, bu potansiyeli harekete geçirecek güven ortamının eksikliğidir. Şayet Batı’nın Afrika’ya bakışı olumlu yönde değişir ve küresel anlamda kalıcı bir güven hissi oluşmaya başlarsa, Afrika’nın bütün ülkeleri, kalkınma sürecine doğal olarak, kendiliğinden girecektir. Böylece yabancı sermaye çekmenin, ticaret yapabilmenin, siyasi ve ekonomik istikrar sağlayabilmenin, kısacası daha kalıcı bir zenginlik ve refah üretmenin yolu da açılacaktır.
Sonuç olarak, Afrika asla “Karanlık Kıta” değildir. Güneşi hiç eksilmeyen, büyük acılarına rağmen bembeyaz dişleriyle tebessümünü hiç bırakmayan dünyanın en sevimli çocuklarının geleceği aydınlık olacaktır. Yeter ki dünya buna inansın ve samimi olsun.
[İşletme ve uluslararası ticaret eğitimi alan Dr. Serdar Çam Türkiye İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı’nın (TİKA) başkanıdır]