İnsanların en büyük zaaflarından biri de, şahsî menfaatini ön plana almaktır. Elbette, yaratılış icâbından olan, “kişinin kendisini öncelikle düşünmesi”ni pek garip görmemek lâzım… Fakat, yaratılıştan verilen ve imtihan sırrına göre mücâdele edilmesi gereken huylardan biri olduğu ve elden geldiğince bu duygunun değiştirilmeye çalışılması gerektiği de akıldan çıkarılmamalı!
Cenâb-ı Allah, insanları diğer bütün varlıklardan farklı yaratmıştır. Bunun sebebi de, âlemdeki diğer canlılar, şuurlular arasında ona seçkin bir yer vermek istemesidir. Bir takım imtiyazları olanların, diğerlerine göre bir takım farklı yükümlülükleri bulunacağı tabiîdir. Bunlar hem zor, hem ağır sorumluluk yükleyen, karşılığının yüceliği nispetinde sıkıntıya katlanılması lâzım olan hallerdir.
Kâinat ağacının en önemli meyvesi olan insanın, herhangi bir hayvan gibi, yalnızca kendisini ve fıtratı gereği âilesi ile yavrularını düşünmesi mümkün müdür? Onun görev alanına bir göz atıldığında, nice fevkalâde durumlara namzet olduğu hemen anlaşılmaktadır. Maddî ve mânevî duygularının genişliği; akıl, kalb, vicdan, hayâl gibi çok önemli ve farklı cihazlarla donatılması buna en açık delildir.
O halde, böyle mühim bir varlığın, yalnızca nefsini düşünmesi doğru olamaz. O, temsil ettiği bütün varlıklardan mânevî olarak sorumludur. Kendi âleminde ilgili olduğu ne kadar alt birimler ve varlıklar varsa, hepsinin mümessili olan insan, bu durumda, hayvânî varlığının temsilcisi olan nefsini en son planda gözetmek durumundadır. Aksine davrananların insan vasfını hâiz olduğu tartışılır…
İnsanın işleyebileceği her kötülüğün altında, bu nefsini düşünmek ve nefsinin heveslerine şuursuzca uymak yatmaktadır. Hâlık ve Mâbud olan Allah’ın emirleri yerine, nefsin aşağılık isteklerine boyun eğe eğe, öyle bir duruma düşülür ki, eğer çabuk uyanıp, kusurundan af dilemek yolu tutulmazsa, sonucu ebedî bir zarar ve acıya dönebilir.
Yine, kazanabileceği her iyiliğin altında da, nefsinin gerçek yüzünü görmek, bilmek, tanımak bulunmaktadır. İnsan, onu, görevli olduğu gibi güzelce terbiye etmek ve yaratılış gayesine uygun şekilde kullanmak sûretiyle yüce rütbesine kavuşabilir. Gerçek sıfatına erişip, bütün varlıkların üzerinde bir mevki kazanır.
Tabiî, nefsin öyle kolay uslanır ve hemen teslim olur bir varlık olmadığını da ayrıca belirtmek gerekir. Çünkü öyle aldatıcı ve hîlebazdır ki, çoğu zaman, şahsî menfaatini içinde bulunduğu cemiyetin faydasının arkasına gizler; himmetini halk için sarf ediyormuş gibi bir vaziyet alır. Aslında, maksadı kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmektir. İlk bakışta bu durum fark edilmesin diye, riyâkârâne bir tavır takınmaktadır. Çevresini böylece iki kere kandırmak istemektedir. Hem şahsî menfaatini devşirecek, hem halkın gözünde fedâkâr olacaktır.
Onun terbiyesinde bizi aldatmayacak tek ölçü, Kur’an ve Sünnet-i Seniye ışığında hareket etmektir. “Yaratan bilmez mi?” Elbette, nefsi en iyi bilen ve târif eden onun Yaratıcısı’dır ve O’nun yaratıklarına öğretici olarak tâyin ettiği, peygamberler zincirinin son halkası olan, Hz. Muhammed (sas)’dir. Bu esaslar dâhilinde iç yüzü bilinen ve ona göre davranılan bir nefis, kolay kolay sâhibini aldatamayacaktır. Dizginleri iyice zabt edilen güçlü bir at gibi, binicisini hedefe ulaştıracaktır.