“Bu Çeşmenin MusluklarıRisalelerin Hakâikıdır, Menba’ ve Mâdeni, Bâkî Olan Kur’ân-ı Hakîm’in Bahridir”
Üstadımızın talebeleri eserlerden istifadelerinin bir şükran ifadesi olarak, hissiyatlarını yazdıkları mektuplarla üstatlarına arz etmişlerdir. Bu mektuplardan birisi de, “Lütfü’nün arkadaşı” namıyla Barla Lahikasına giren bir mektuptur. Bu mektupta ifade edilen cümleler istifadeden coşmuş olan kalbin hissiyatıdır. Risale-i Nur, “Anadolu’nun ortasında kurulmuş bir ab-ı hayat çeşmesine” benzetildikten sonra, üstadına bu eserlerin sahipsiz kalmayacağına dair söz verildiğini gösteren ifadeler şöyledir; “…Üstadımızın sarsılmaz azmi, kahraman metaneti, ârâmsız sayi semeresiz kalmadı…” ve “O’na Kur’an bahrinden hakikatler lütfedildi” dedikten sonra, “…Ne mutlu, senin açtığın çeşmenin kıymetini takdirle ona muhafız ve müdâfi olan ve icabında eserlerinin ahkâmını ilân ve telkin uğrunda bin canla hayatını fedâya müheyyâ olan, candan sevdiğin talebelerin var…” şeklinde hem kendileri, hem de bizim adımıza üstadımıza söz vermişlerdir.
Onlar, bu çeşmenin suyunu ehl-i imana ulaştırmak için canhıraşane mücahede ettiler. Gerektiğinde bu uğurda canlarını feda ettiler. Bu çeşmeden akan Kur’an suyunu susuzluktan yanan gönüllere ulaştırmak için gecelerini gündüzlerine kattılar ve iman matbaaya meydan okudu. Bin kalemle bu eserleri yazdılar ve kahraman nur postacıları, ab-ı hayat olan Kur’an hakikatlerini muhtaç gönüllere ulaştırdılar.
Aynı zamanda istikbale bir atıfta bulunarak bizim adımıza da üstadımıza söz verdiler ve dediler ki; “…talebelerinizin, uhrevîler diyarında olduğunuz zamanlarda dahi, sizin ruhunuzu muazzeb edecek hareketlerde bulunmayacaklarına emin olunuz…”
Adeta bir çölü andıran ve kavurucu sıcaklara benzeyen, manen yakıcı günahların hâkim olduğu günümüzde, Anadolu’nun ortasında açılan bu çeşmeden acaba hakkıyla istifade edebiliyor muyuz? Bu çeşmenin sularını günahların pençesinde inleyen ve hakikat suyuna muhtaç olan masumlara ve bütün muhtaç gönüllere ulaştırabiliyor muyuz?
Peygamberimizin (asm) daveti umumidir. O (asm), bütün insanlığa bir hatip olarak gönderilmiştir. Kur’an hakikatleri de O’nun (asm) namına tebliğ edilmektedir. Bazen zihnimizi kaplayan ön yargılarımız ve sâri hastalıklara benzeyen suni engeller gözümüze perde çekip bu hakikatleri insanlara ulaştırmamıza engel olabiliyor. Acaba bu hakikatleri layık ellere ulaştırmak için gerektiği gibi gayret edebiliyor muyuz? Yoksa Necip Fazıl’ın ifadesiyle “güneşi ceketimizin astarında saklayan adam” gibi iman hakikatlerini inhisar altına alıp saklıyor muyuz?
Bütün insanlar gibi, memleketimizde yaşayan insanlar da farklı tabiat ve fıtratlarda yaratılmıştır. Renkler ayrı, diller ayrı, mezhepler ayrı, dinler ayrı, memleketler ayrı, alışkanlıklar ayrı, eğitim seviyesi farklı, siyasi görüşleri farklı olabilmektedir. Bu farklılıklar asr-ı saadette yaşayan insanların farklılıklarından hiç de farklı değildir. İnsanlar arasındaki farklılıklar normaldir ve her zaman da olacaktır. Önemli olan, bu farklılıklara karşı farklı ve kişiye özel yaklaşım tarzlarını nasıl geliştireceğimizdir. Asıl mesele; “Kur’an’ın mücevher gibi hakikatlerine hakkıyla bayilik ve dellallık” görevini yapıp yapamadığımızdır.
Siyasi kutuplaşmalar insanları birbirine karşı rakip vaziyetine getirebiliyor. Medyatik hafıza insanımızı suni gündemlerle meşgul edebiliyor. İnsanlar gerçek gündemle değil yapay ve sahte gündemlerle meşgul olabiliyor. Bu şartlarda iman hakikatlerini muhtaç olan insanlara nasıl ulaştıracağız?
Necip Fazıl’ın muhasebe şiirindeki şu mısralara bir göz atalım;
“…Genç adam, al silâhı; iman tılsımlı kılınç!
İşte bütün meselem, her meselenin başı,
Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!
Tırnağı, en yırtıcı hayvanın pençesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına;
Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi?…“
“İmanın tılsımlı kılıncı”; “Risale-i Nur’un elmas kılıncını” layık-ı veçhiyle kullanabiliyor muyuz? Bu“elmas kılıncı” istimal ederek küfrün belini kırabiliyor muyuz?
Gündemimizi biz mi belirliyoruz, yoksa medya mı?
Elimizdeki iman çeşmesinin suyunu, “nezihane ve nazikâne”, imansızlık hastalığının yakıp kavurduğu insanlara bir “ab-ı hayat” gibi ulaştırabiliyor muyuz?
Saff-ı evvel abilerin yaptıkları fedakârlıklar dikkat-i nazara alındığında, acaba bizler üstadımızın aziz ruhunu, muazzeb mi ediyoruz yoksa mesrur mu?
Nadir Çomak