NURCULUK VE FETOCULUK VEYA BEDİÜZZAMAN VE F.G
Bölüm -1
Bu konu da çok yazıldı, ne gerek var yine bu pişmiş aşı önümüze koyuyorsunuz denilebilir. Fakat bazı en mühim noktaların üzerinde yeterince durulmadığını düşündüğüm için yeniden bu konunun en bariz, en açık özellikleri üzerinde biraz durmak istiyorum.
1- MÜMİN, KAFİR, MÜNAFIK:
Her ne kadar siyah ile beyazı iltibas etmek, gören insanların vasfı olamaz ise de şimdi bazı garazkâr ve belki münafık sınıfından bazı kimseler ısrarla,inatla Nurculuğun devamı Fetoculuk, hain-i vatan ve din olan Feto’yu da Bediüzzaman hazretlerinin ve onun o kudsi davasının ve Nurculuğun mümessili olarak tarif ve tanıttırmak istiyorlar.
F.G, Bediüzzaman hazretleri ile hiçbir surette görüşmemiş ve bir Kürt hoca ile görüşmeyi içine sindirememiş olduğunu kendi itiraf etmiştir. Cenab-ı Hak böyle bir vatan ve din hainini Bediüzzaman gibi muhterem zata muhatab etmemiş. Aynı zamanda Bediüzzaman hazretlerinin mektuplarında, Bediüzzamanın talebeleri arasında ismi geçmediği gibi müteaddit vasiyetlerinde de ismini tasrih ettiği manevi varisleri arasında ona bir işaret bile katiyen yoktur. Olamaz da…
Feto’nun militanlarının uydurduğu yalan hikaye ve rüyaların ise ehl-i tahkik yanında hiçbir itibarı olamaz. Fakat bazı isyankar, zelil, şımarık bir taife-i inadın; şeytanı melek olarak tanıttırmak şeytanlığında inatla devam ediyorlar.
Evvela: Bu gibi meselelerde tezat şeyleri birbirine iltibas etmenin veya ettirmenin bir nifak alameti olduğu kanaatındayız. Zira bu propagandaları yapanlar safdil değiller. Demek iftira ediyorlar ve yalan söylüyorlar.
Evet, vakta ki Kur’an-ı Kerim:
Birincisi, müttaki mü’minler;
ikincisi, inadlı kâfirler;
üçüncüsü, iki yüzlü münafıklar
olmak üzere insanları üç kısma ayırdı ve aralarında taksimat ve teşkilât yaptı. Ve herbir kısmın sıfâtını ve akibetini beyan etti.” (Işarat-ül İ’caz s.92)
İşte bu üç sınıf içerisinde Bediüzzaman hazretlerinin yeri çok açıktır. Çünkü bir asra yakın bereketli ömrünü tamamlamış, imtihanını vermiştir. 1878’de Bitlis’in Hizan kazasının, Nurs köyünde dünyaya gelen o mübarek zat, 1960 tarihinde dar-ı bekaya intikal eder. Allah ondan ebeden razı olsun. Şimdi bu husustaki ölçüyü ve o mihenge göre neticeye bakalım:
Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatını, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyar, davasını ilâna başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaî, uzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler.
Meselâ: O adam ilk günlerde mütevazi, âlîcenab, feragat ve mahviyetkâr, hülâsa; bütün ahlâk ve fazilet bakımından cidden örnek olan gayet temiz ve son derecede mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa, zafer neş’esiyle birçok büyük sanılan kimseler gibi, yere göğe sığmaz mı olmuş?
İşte büyük küçük herhangi bir dava ve gaye sahibinin mahiyet ve hakikatını, şahsiyet ve hüviyetini en hakikî çehresiyle aksettirecek olan en berrak âyine budur.
Tarih boyunca, bu müdhiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvelâ peygamberler ve bilhâssa Sultan-ül Enbiya Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz, sonra onun halife ve sahabeleri ve daha sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zâtlar vermişlerdir.
* * *
Peygamber Efendimiz, şu اَلْعُلَمَٓاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَٓاء yani: “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridirler.” hadîs-i şerifleriyle âlim olmanın pek kolay bir şey olmadığını, i’cazkâr belâgatları ile beyan buyuruyorlar.
Zira mademki bir âlim, peygamberlerin vârisidir; o halde hak ve hakikatın tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takib etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol; bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri takib, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrid, zehirlenme, i’dam sehpaları ve daha akl u hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa…
İşte Bedîüzzaman; yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sür’ati ile aşan ve peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette isbat eden bir zâttır.
Kendisinin ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve meziyetleri arasında beni en çok meftun eden şey; onun o, dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır.
Rabbim, o ne muazzam iman! O ne bitmez ve tükenmez sabır! O ne çelikten irade! Hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdid, tazib ve işkencelere rağmen; o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!” (Ali Ulvi Kurucu,Tarihçe-i Hayat s. 8)
İşte Bediüzzaman böyle çetin bir imtihanı vererek bu dünyada ömrünü tamamlamıştır.
F.G ise Kur’an-ı Hakîm’in tasnifine uygun olarak yerini aldı ve nifakın başı ve terörist başı olarak tescillendi.
En açık ve kat’i bir ifade ile hakiki mü’min bir insanla nifakın başını karıştırmamak gerektir. Karıştıranlar cehaletten değilse, nifaktan, hiyanetten bu fiile tevessül ettikleri şüphesiz bir şekilde anlaşılır. Fetonun menfi vasıflarını ve nifak alametlerini tahkiki bir surette anlamak isteyenler Diyanet İşleri Başkanlığının neşretmiş olduğu Bediüzzaman hazretlerinin işarat’ül i’caz tefsirinin münafıklar hakkında olan 12 ayetin tefsirini mütalaa etmesine havale ederiz.
Sonraki Bölüm: 2- SIDK VE KİZB