Birçok anne baba çocuklarının yemek yemediğinden şikâyetçidir.
Hâlbuki yeme insanın “en güçlü” ihtiyaçlarından biridir…
Yetişkinler bile azıcık aç kalacak olsalar sinirleri bozulur, sağa sola çatacak duruma gelirler. Kaldı ki çocuk, açlığa yetişkin kadar dayanıklı da değildir, açlık ağlatır çocuğu.
Peki, ne oluyor da bu kadar güçlü bir ihtiyacı çocuk gerçekleştiremiyor, yeme bozukluğu ortaya çıkıyor? Yeme bozukluğunun pedagojik sebepleri nelerdir?
Aslında, çok basit olarak şöyle izah edilebilir…
İnsan vücudu beyin tarafından sürekli kontrol altında tutulmaktadır. Bedenin yaşamına devam edebilmesi için, kalp atışından tutun kan şekerine kadar, sıvı dengesinden vücut ısısına kadar sürekli bir denetim altındadır insan vücudu.
Örneğin, her insanın vücut ısısı 37 derecedir. 39’a çıktığı zaman alarm verir sistem. Ya da kandaki şeker oranı yüzde 0,1’in altına düşünce beyin onu yeniden yükleyebilmek için tatlı çeker canı insanın. İşte buna “homeostatik denge” denilir.
Açlık hissi, beyne iki duygu hâlinin sinyalini gönderir… Birincisi acı, diğeri tatlı.
Şöyle ki: İnsan acıktığı zaman, beyin “mide asidi” salgılar. Mide asidi mideye acı hissi verir. İşte aslında insan bu acıyı bastırmak için yemek yeme ihtiyacı hisseder. İhtiyaç giderildiğinde vücut rahatlar. Böylece “homeostatik denge” vücuda alınan gıdalar ile tekrar düzene girmiş olur.
Kişi midesinde duyduğu açlık acısını bastırmaya gücü yetse bile, ikinci bir sinyal noktası daha vardır insanı yemeye yönlendiren: “Damak tadı”. Açlık baş gösterdiğinde beyin, ağız içindeki tat alma hislerini uyararak ağız suyunu akıtır. Böylece kişi, ağzında hissettiği bu dürtü ile ağzına bir şeyler koymaya başlar.
İşte yeme problemi dediğimiz sorun tam da burada başlıyor.
Acı ve tatlı algısını oluşturan sinyaller işlevini kaybettiğinde, yemek yemek gerçekten bir işkenceye dönüşür. Ağzındakini çiğner çiğner ama tat alamaz. Ya da açlıktan midesi delinecek kadar yansa, acıyı duymaz.
Peki, bu “algılayamama” hâli neden oluşur?
Bunun en belirgin sebebi, çocuğun açlık sinyal sistemine müdahale edilip “doğal işleyişinin” bozulmasıdır.
Örneğin, çocuğun yanındaki yetişkin, onun acıkmasına izin vermemişse… Bir başka deyişle mide asidi salgılanmadan yedirmeye çalışmışsa… Ya da çocuk acıktığı hâlde “şimdi yemek saati değil” diye, salgılanan mide asidini bastırmayı öğrendi ise… Ya da çocuğa damak tadı oluşmasına izin verilmeyecek gıdalar sunuldu ise… Çocuğun damak tadı keşfedilemedi ise… Veya “sebze yemek sağlıklı” diyerek sebzenin tatsız hâli çocuğa erken yaşta zorlandı ise… Böylece çocuğun damak tadını oluşturan “homestatik algısı” bozuldu ise… İşte bu bozulan algının görünürdeki pedagojik karşılığı “yeme problemidir.”
Peki, böylesi durumda ne yapmak gerek?
Sistemin yeniden çalışabilmesi için, çocuğa yeme baskısını bırakmak gerekir. Az da olsa ara öğünler şeklinde, çocuk ne zaman acıkırsa o zaman ve canının çektiği gıdalar (abur cubur olmamak kaydı ile) verilerek “homeostatik algının” yeniden oluşmasına yardımcı olunmalıdır.
İnsan organizmasının en göz kamaştırıcı özelliği, üzerindeki baskılar kalktığında sistemin yeniden normal çalışmaya başlayabilmesidir.
Adem Güneş / Köşe Yazıları