Evet, sevgili okurlar.
Sohbet yazımıza başlık olarak kullandığımız “TÜRKİYE’DE MASONLAR VE MÜNAFIKLARIN PLANLARI” ifadesi devam etmektedir.
Dün de aynen bu köşede sizinle paylaşmak istediğimiz ve kaleme aldığımız gerçek şudur ki;
Memleket meseleleri yüzyıl içinde nasıl oluşa geldiyse, bugün de ne yazık ki aynı o münafıklar, o masonik kafaların batıl anlayışları devam etmektedir.
Bundandır ki Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri, vesayetçi, darbeci, ihtilalcı bir iktidarın hegemonyası altında gurbete gönderilirken, Türkiye’nin o günkü manzarasının ne kadar dumanlı, bulanık bir manzara olduğunu görür ve “Kurt dumanlı havayı sever” tespitiyle yola çıkar ve milletini ve hatta tüm İslam dünyasını uyarır.
O dönemin askeri vesayeti altında yönetilen Türkiye, batı dünyasının, Avrupa’nın talimatlarıyla deruhte edilmiş, ayarlanmış, yönetim kadrosunun da adeta taşeron, kiralık insan olarak işbaşına getirilmiş olduğundan hiç kimsenin kuşkusu yoktur.
Onun için Kur’ana intisap eden ulema kesimlerini idam sehpasına götürüp, türlü bahanelerle idam eden zihniyetin, Türkiye’nin lehine değil, tam tersine aleyhine çalışmakta olduğu aşikârdır.
Zaman zaman Üstat Bediüzzaman Hazretleri, o dönemdeki olup bitenleri dile getirirken, elbette ki dün de ifade ettiğim gibi devleti eline geçiren o dönemdeki kadroyu “Mirasyedi yaramaz Osmanlının çocukları” diye adlandırmış ve onlara şöyle seslenmiş;
“Hey mirasyedi yaramaz çocuklar.
Netice-i hayatımız siz misiniz?
Heyhat!
Bizi akim bir kıyas ettiniz (Bize sonuç vermeyen bir ölçü durumuna girdiniz), bizi kısır bıraktınız” diye ifade ederken, adeta o dönemdeki dinsizliğe meydan okumuştur.
* * *
Mesela şöyle diyor;
“Medeniyet ve fazilet çarşısında, alnında insan yazılı, iki ayak üstünde gezen sandık içindeki, üstünde kalp yazılan, ya siyah veya pırlanta gibi parlak olan bir kutudur o kalp.
O kalbin içinde Allah’a iman, muhabbet, sadakat ve hamiyet, gerçek manada koruyuculuk olduğu zaman, işte o zaman insan insan olur, milli irade denilen hakimiyet-i milliye o zaman eline teslim edilebilir.
Aksi takdirde imandan, muhabbet-i ilahiye denilen Allah sevgisinden, insanlar arasında sadakatten, dürüstlükten, ülkeyi koruma altına alan hamiyetlikten dem vurulamaz.
Çünkü Allah’tan korkmuyor, Allah’ı tanımıyor, İslam düşmanlığı yapa geliyor.
Hem de garplılaşmak (batılılaşmak) adına.
* * *
Bakınız, sevgili dostlar.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri Hutbe-i Şamiyenin başında diyor ki;
“Ben bu zaman ve zeminde beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki ecnebiler (yabancılar), Avrupalılar, takayyüte istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddi cihette ortaçağ zamanlarında durduran ve tevkif eden altı çeşit hastalıktır.
O hastalıklar da bunlardır;
Ümitsizlik; içimizde yaşam bulup, her gün biraz daha dirilip beslenmesi…
Sıdkın, sadakatin, dürüstlüğün, doğruluğun, hayat-ı içtimaiye-yi siyasiyede ölmesi. Yani siyaset alanında topluma karşı dürüstlüğün ölmesi…
Siyasi alanda siyasilerin birbiriyle düşmanlık yapmakta zevk alması…
Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurlu İslam rabıtasının koparılması. Toplumun birbirine terör odakları vasıtasıyla düşürülmesi…
Adeta sara hastalığı gibi toplumun her kesiminin arasına zulüm ve istibdadın yayılması ve meşhur hale getirilmesi.
Kişisel menfaat-i şahsiye (kişisel rant) herkesten üstün tutulması ve kilit noktayı eline geçirmesi.”
* * *
İşte bu altı dehşetli hastalığın tedavisi de herhangi bir Tıp Fakültesi hükmünde olan toplumsal hayatımızdaki manevi ilaç satan Kur’an eczanesidir.
Kur’andan ders almak, toplumsal bir eczaneden şifalı bir ilaç ile tedavi olmak demektir.
Tüm bunlara karşı geleceğimizin temini, toplumda gerçek manada hayat bulması, toplumun her kesimini birbiriyle kardeşçe bağlaması, ancak ve ancak İslamiyet’le olabilir.
Kur’an ve imanın hakikatleriyle gerçekleşebilir.
İslam gerçeği ve Kur’an hakikatleri, toplumu hem manen hem maddeten terakkiye götürür, ilerlemesini sağlar, yüceltir, birer tane mükemmel insan olarak topluma kazandırır.
* * *
Evet.
Bir toplumun kalkınabilmesi için, teknolojik dünyada dahi ilerleme şansını yakalayabilmesi için, Müslümanların inandığı İslam dinine bağlanmasına bağlıdır.
Bir toplum ne kadar İslam dinine bağlı kalırsa, o toplum o kadar ilerler.
Bediüzzaman Hazretleri tarihten örnekler getirerek diyor ki;
“Hiçbir İslam devleti ve milleti, hiçbir tarihte geri kalmamıştır.
Yani İslam’a bağlı kaldıkları müddetçe, inanan bir ümmet gerilemeyi kabullenmemiştir ve kabullenemez de.
İslam tarihi buna şahit olduğu kadar, dünya tarihi de buna şahittir.
Biz Kur’an şakirtleri olan Müslümanlar, hep akılla, fikirle, kalbimizle, iman hakikatleri paralelinde adım atarak, yolumuza devam ederiz.
Aksi takdirde sarhoş kafaların veya vesayetçi rejimlerin Avrupa’dan ithal edilmiş Fransız ve İngilizlerin direktif ve talimatlarıyla uydurulmuş bir hürriyet, demokrasi ve özgürlükle bir yere gidemediğimiz gibi, olsa olsa emperyalist itlerinin birer köleleri durumunda olmaktan kendilerini kurtaramazlar.
* * *
Türkiye’de olduğu gibi tüm İslam dünyasının bugünkü hal-i vaziyeti ortada.
Kuzey Afrika ülkelerinden mi bahsedelim?
Libya, Tunus, Cezayir, Mısır’dan mı bahsedelim?
Suriye’den mi bahsedelim, Iraktan mı veya daha ileriye gelelim, yıllardan beri insanların kanının heder olduğu Afganistan’dan mı bahsedelim veya Hindistan’dan mı?
Hayır, hiçbirisini İslam ülkelerinin güzel bir örneği olarak gösteremeyiz.
Zira tümüyle kan emici, sömürgeci, emperyalist haçlı devletlerin hegemonyası altında inim inim inleye gelmiş bir İslam dünyasıyla karşı karşıyayız bugün.
Dün nasıl ki Osmanlı Hilafet-i İslamiye’yi yıkmak isteyen haçlıların seferberliği ne idiyse bugün aynı o haçlıların seferberliği orta yerdedir.
Oyun aynı oyundur, ama sahne değişik bir sahnedir.
Oynayan senaristler de eski oyuncuların şakirt ve talebeleridir.
Herkes aklını başına almalıdır.
Siyaset kavramları, kesinlikle yalan ve kandırmacadan ibaret olmayıp, milli ruh ve cesaret paralelinde anlaşılan ve yaşatılan bir kavram olmalıdır.
En derin saygı ve sevgilerimle.
M. Ali ALTINDAĞ