Bediüzzamana sorduk: Allah’a karşı edepli olmak nasıl olur? Zira o her şeyi görüp biliyor..!
SUAL:
Herşeyi bilen ve gören ve hiçbir şey ondan gizlenemeyen ALLÂMÜ’L-GUYUB’a karşı edeb nasıl olur? Sebeb-i hacalet olan haletler, ondan gizlenemez. Edebin bir nev’i tesettürdür, mûcib-i istikrah hâlâtı setretmektir. ALLÂMÜ’L-GUYUB’a karşı tesettür olamaz?
ELCEVAB:
Evvelâ: Sâni’-i Zülcelal nasılki kemal-i ehemmiyetle san’atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celbediyor. Öyle de: Mahlukatını ve ibadını sair zîşuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemil ve Müzeyyin ve Latîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilaf-ı edeb oluyor.
İşte Sünnet-i Seniyedeki edeb, o Sâni’-i Zülcelal’in esmalarının hududları içinde bir mahz-ı edeb vaziyetini takınmaktır.
Sâniyen: Nasılki bir tabib, doktorluk noktasında bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir. Hilaf-ı edeb denilmez. Belki edeb-i Tıb öyle iktiza eder, denilir. Fakat o tabib, recüliyet unvanıyla yahut vaiz ismiyle yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz. Ona gösterilmesini edeb fetva veremez. Ve o cihette ona göstermek, hayâsızlıktır. Öyle de Sâni’-i Zülcelal’in çok esması var. Herbir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ: “Gaffar” ismi, günahların vücudunu ve “Settar” ismi, kusuratın bulunmasını iktiza ettikleri gibi; “Cemil” ismi de, çirkinliği görmek istemez. “Latîf, Kerim, Hakîm, Rahîm” gibi esma-i cemaliye ve kemaliye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktiza ederler. Ve o esma-i cemaliye ve kemaliye ise, melaike ve ruhanî ve cinn ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü edebleriyle göstermek isterler.
İşte Sünnet-i Seniyedeki âdâb, bu ulvî âdâbın işaretidir ve düsturlarıdır ve numuneleridir.
Lemalar – 54