Nurdanhaber-Haber Merkezi
Kainatın büyük ve ihtişamlı nizamı içerisinde yerkürenin yerini tesbit etmek için üzerinde asırlardır yaşayan mahlukata bakmak yeterli.
Bu kadar uçsuz bucaksız kainat sistemi Allah’ın varlığını ve birliğini ispat etmeye yetiyor.
Ve bu kainat kitabının okuyucusu ve mütefekkiri insanın, akıl gibi bir nimetle donatılmış olması da başlıbaşına Allah’ın varlığının ve birliğinin bir ispatı.
Akıl varsa aklı yaratan bir Allah vardır!
Ama akıl ile kendi enaniyet-i insaniyesini besleyip insanlığın muamma-yı acibesini dinden kopuk felsefe cereyanıyla halletmeye çalışan silsile-i felsefenin yanında silsile-i diyanet de Hz.Adem (as)’dan Peygamber efendimiz Muhammed Mustafa (asm)’a kadar devam etmiştir. İşin esasına bakacak olursak dünya tarihi bütün boyutlarıyla bu iki temel cereyanın mücadelesi ile belirlenmiştir diyebiliriz. Kainatın varlığı ancak insanın varlığı ile mana kazanabilir. İnsanın mevcudiyeti ise ancak akıl ve ilim ile hayat bulur.
Öyle olmasaydı insanın yaratılışının manası da olmazdı. Bunun içindir ki melekler insanın yaratılışındaki maksad ve gayeyi ilk anda bilmediklerinden Cenab-ı Allah’a “orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın. Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişlerdi.
(Bakara suresi 30. ayet)
İnsan öyle bir mahluktur ki onun mahiyetine kudretten ehemmiyetli cihazlar ve kaderden kıymetli programlar emanet edilmiştir. O emanetle insan kainat kitabını okuyup o kitabın Sahibi’ni ve Katibi’ni tanıyıp bilmek, O’na ibadet edip bütün mevcudat alemi adına O’na yönelmek vazifesini yüklenmiştir.
Gök ve zeminin ve dağların tahammülünden çekindiği ve korktuğu yüksek ve meşakkatli vazife ve emanetin mesuliyetidir bu.
İşte hususan ahirzamanın bu dehşetli zamanında bütün şartlar ve ortamlar insanlığı nefsine, heva ve hevesine meftun edecek, onun iradesini adeta mefluç edecek derecede gelişmişken insanın bu dünyada vazifesi nedir, nereden geliyoruz ve nereye gideceğiz sorularının mahiyeti ve cevabı elbette her zamankinden daha ehemmiyetlidir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi, dünyayı herc ü merce getiren ve İslam mukadderatıyla alakadar olan dehşetli Cihan Harbi’ni bile hiç sormayıp merak etmediği halde, bugünkü müslüman toplumunun içine düştüğü durum içler acısıdır.
Şu anda herkes internet teknolojisinin bağımlısı olmuş vaziyette. Ve maalesef bu hazin bir vaziyet almış durumda.
Evde ve işyerinde, arabada veya uçakta, gezerken ya da okurken ve hatta ne hazin durumdur ki camide bile insanlar sosyal medya kanallarından kopma korkusu, akıllı telefon ve tabletlerinin şarjının biteceği endişesi içerisinde yaşıyorlar.
Halbuki insanoğlunun asırlardan beri hiç değişmeyen ve değişmeyecek olan daha büyük ve ebedi hayatı alakadar eder vazifeleri vardır.
Ahirzamanın dehşetli fitnelerinden ve deccalin kanallarından birisi de bugün bizleri bu vazifelere karşı daha duyarsız hale getiren bu bağımlılıklarımız olamaz mı?
Elbette ki bu imkanların da müspet yönde kullanılması ihtimal dışı değildir. Ama bunun da bir ölçüsü ve sırası olmalı değil midir?
“Ömür sermayesi pek az. Lüzumlu işler pek çoktur.”
(Asa-yı Musa sh. 20)
Bizler en büyük dairede en küçük ve muvakkat işlerimiz olmasına rağmen, bugün en fazla vaktimizi o dairelerde geçirmiyor muyuz?
Bu büyük dairede bugünkü malayani ve afaki işlerle uğraşmaya vesile birçok tablo vardır.
Müslümanlar olarak hassaten gelecek nesiller ve gençler için daha ayık ve uyanık olmak mecburiyeti vardır.
Ve şu şuuru akıllara ve kalplere adeta kök salacak şekilde iyice yerleştirmek vazifesi hepimizin üzerinde vardır.
Siyaset ve dünya işlerinden ve teknolojinin artık bizleri idare edecek derecede ilerlemesinden daha büyük hadise şudur ki:
Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve baki ve daimi bir tarla ve mülkü kazanmak ve kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor.
nurrehberi