Said Nursi’ye Göre Çocuğun En Önemli Hakkı
Bediüzzaman’a göre çocuk “peder ve validesini dindar” görmelidir. Çocuk, eğitim süresince anne-babasından yeterli iman dersini alamaz, onları dindar olarak görmez ve sonuçta imandan, maneviyattan boş olarak yetişirse anne-babasına saygısını kaybeder, isyana girer, bir yere gelir onların varlığı bile onu rahatsız etmeye başlar.
Bediüzzaman Said Nursî çocuk eğitiminde sürekli “şefkat”i hatırlatır, “şefkat”i dillendirir ve “şefkat”i öne çıkarır, çocuğun şefkatle eğitilmesine ağırlık verir. Sıfır yaştan gençlik dönemine gelinceye kadar, gençlikten hayata atılmaya hazırlandığı zamanlarda şefkatle yaklaşılması üzerinde durur. Çünkü çocuğun en çok beklediği, en iyi anladığı, en iyi kavradığı şefkat dilidir, şefkatle yaklaşımdır.
Çocuk dünyaya gözünü açar açmaz, en yakınında iki kişiyi görür: annesi ve babası. Ama hayatın büyük bir kısmını sürekli annesiyle birlikte geçirdiği için annede yaşadığı tek duygu, annede gördüğü tek yaklaşım, anneden öğrendiği tek davranış biçimi şefkattir.
Günün bütün saatlerinde çocuk annenin ya kucağındadır ya yanındadır ya da göz yakınlığındadır. Öyle ki, anne kendini unutmuş, hayatını bütünüyle çocuğa göre ayarlamıştır. Öyle ki, şefkat daha önceleri annenin kalbinde dururken, çocuk söz konusu olur olmaz bütün duygularına hâkim olmuş, bütün azalarına sinmiş, bütün davranışlarına yansımıştır.
Anne bu şefkat duygusunu doğru biçimde, yerli yerinde, içine aklını katarak kullanırsa çocuğunu yetiştirmede çok büyük kolaylıklar yaşar.
Beslenmesini, gıda alımını bebeğinin/çocuğunun beslenmesine göre ayarladığı gibi, onu hayata hazırlarken de bilgisini, görgüsünü, imanını ve karakterini çok fıtri biçimde verir.
Kalp ve iman eğitimi
Özellikle çocuğun “kalp eğitimi” olarak ifade edilebilen “iman eğitimi”ni çok küçük yaşta vermeye başlamalı. Henüz dillenmeden, çevresini algılama, sorgulama ve anlama dönemlerindeyken ona vereceği “iman telkini” o kadar hayati bir önem taşıyor, o kadar ciddiyet istiyor ki, ne verecekse bu ilk yaşlarda vermesi gerekiyor.
Bediüzzaman “İnsanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi onun validesidir” (Lem’alar, 24. Lem’a) tespitini yaptıktan sonra kendini örnek vererek çok “çağdaş” diyebileceğimiz önemli bir noktaya dikkat çeker ve der ki:
“Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve manevi derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddi vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.” (Lem’alar, 24. Lem’a)
Bu tespiti seksen yaşına geldiğinde yapar. Bu yaşına kadar seksen bin âlimden ders almıştır. Fakat bütün derslerinin çekirdeği ve özü bir yaşındayken annesinin ruhuna verdiği telkinler ve manevi derslerdir. Bu ilk yaşlarda aldığı anne telkinleri sarsılmaz bir özelliğe sahiptir ve sürekli taze ve canlı olarak yaşar.
Anne kendi kalbinde yaşayan, kendi hayatına geçmiş olan iman nurunu, inanç feyzini ve ahlak ışığını çok fıtri bir şekilde çocuğa aktarır.
Çünkü annenin imanı, takvası, hayâsı, iffeti ve sevgisi eline, ayağına, gözüne, kaşına, oturmasına, kalkmasına, konuşmasına, susmasına bütün hal ve hareketlerine, davranışlarına ve duruşuna öyle yansımış, öyle sinmiş ve yerleşmiştir ki, çocuk bu manevi ihtiyacını annenin ses tınısından, ninnilerinden; sevmesi, bağrına basıp sarmalaması esnasında memesinden emer gibi içine, kalbine ve ruhuna çeker.
Dindar peder ve valide
Çocuğa iman eğitimi ilk yaşlarda başlar, ileriki yaşlarda çocuğun akıl ve zekâ gelişimine göre artarak devam ederse, bir iman disiplini içinde büyür. Fakat ilk yıllarda bu telkinlerden ve bu öğretilerden yeteri kadar hissesini alamazsa çok zorlanır.
Bediüzzaman’ın yerinde yaptığı tespite göre, “Bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imani alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslamiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir.” (Emirdağ Lahikası)
Burada Bediüzzaman’ın yaptığı kıyaslama/karşılaştırma o kadar önemli, o kadar dikkat çekicidir ki, bu bilgi anne babaları çok düşündürmeli ve işi ilk baştan çok sıkı tutmalıdırlar.
“Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslamiyet’i kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer.” (Emirdağ Lahikası)
Hayatı gayr-ı müslim olarak tanımış ve İslam’dan habersiz olarak yaşamış bir insan, İslam’ı kabul etmede, benimsemede, Müslüman olmada ne kadar zorlanırsa; küçüklüğünde anne-babasından yeteri kadar iman dersini almayan bir çocuk da ileriki yaşlarda imana ve İslam’a o kadar uzak ve yabancı kalır ki, İslam’ı öğrenmede, kabullenmede ve yaşamada çok büyük zorluklar çeker.
Bu zorluğu aşmanın en güzel yolu, anne-babanın çocuğa canlı bir örnek olması, çocuğa anlattıklarını, anlatacaklarını kendisinin yaşaması ve hayatına geçirmesidir. Bediüzzaman’ın deyimiyle çocuk “peder ve validesini dindar” (Emirdağ Lahikası) görmelidir.
Bunun yanında bir de çocuk “dünyevi fen” olarak adlandırılan okul derslerine ağırlık verir, aklı ve zihni fen dersleriyle dolarsa iman eğitimine karşı daha çok “yabani” kalıyor, uzak düşüyor.
Çocuk, eğitim süresince anne-babasından yeterli iman dersini alamaz, onları dindar olarak görmez ve sonuçta imandan, maneviyattan boş olarak yetişirse anne-babasına saygısını kaybeder, isyana girer, bir yere gelir onların varlığı bile onu rahatsız etmeye başlar. Bediüzzaman’ın seslendirdiği gibi, “çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur.” (Emirdağ Lahikası)
Yapmış oldukları yanlışın ve hatanın karşılığını dünyada böyle acımasızca gören, yaşayan ve evladından sürekli eziyet çeken anne baba, öbür dünyada da daha farklı ve ağır bir şekilde ıstıraplar, azaplar yaşar.
Çocuğu “Ahirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur: ‘Neden imanımı terbiye-i İslamiye ile (İslam eğitimiyle) kurtarmadınız?” diye hesap sorar. (Emirdağ Lahikası)
Tek taraflı eğitim
Şefkatin yerinde kullanılmaması sonucu, çocuk eğitiminde yapılan bir başka yanlışı da Bediüzzaman şu cümlelerle işaret eder:
“O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. ‘Oğlum paşa olsun’ diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor.” (Lem’alar, 24. Lem’a)
Anne-baba çocuğun iyi bir eğitim alması, bir meslek sahibi olması, hayatını refah ve bolluk içinde geçirmesi için her türlü fedakârlığı yapar, gelirinin büyük bir kısmını çocuğunun eğitimine ayırır. Bu arada dinî/imanî ihtiyaçlarını göz önünde tutmaz, Kur’an eğitiminden mahrum edercesine Avrupa’larda okutur. Fakat tek taraflı olarak “iyi bir eğitim alan” çocuk manevi değerlerden, ahlaki yaşantıdan uzak olarak yetişir.
Anne-baba onun ebedi hayatını tehlikeye girdiğini düşünmediğinden “dünya hapsinden” kurtarırken, “Cehennem hapsine düşmesini” dikkate almadığından, sonuç olarak “saygı/itaat” gibi esaslardan mahrum kalmış bir evlatla karşı karşıya kalır, “şefaat”ten, “şikâyet”e düşer.
Oysa ilk günlerden başlayarak eğitim süresi boyunca çocuğun imanî/manevi/ahlaki eğitimini birlikte götürse ve böylece şefkati yerli yerinde kullanmış olsa, çocuğunun kazandığı sevapların bir misli kendisinin defterine geçer, sonunda da “validesinin vefatından sonra her vakit hasenatlarıyla ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, ahirette de, değil davacı olmak, bütün ruh u canıyla şefaatçi olup ebedi hayatta ona mübarek bir evlat olur.” (Lem’alar, 24. Lem’a)
Bediüzzaman Said Nursî’nin 1930’larda yaptığı bir tespite göre, imani eğitimden yoksun ve uzak olarak yetiştirilen çocukların ancak “onda biri, yirmide biri, belki kırkta biri” anne babasının gösterdiği şefkate karşılık verebiliyor, büyüdüklerinde hayırlı evlat olabiliyorlar. Geriye kalanlar, “o hakiki ve sadık dostlar olan peder ve validesine vicdan azabı çektirir. Ve ahirette de davacı olur: ‘Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?’ Şefaat yerinde, şekvacı olur.”
Çocuklara ahiret inancı nasıl verilmeli?
Küçük yaşlardayken çocuğa verilmesi gereken en önemli iman dersi/eğitimi ahirete imandır. Çocuk ölümü, kabir azabını, mahşerin dehşetini, hesaba/sorguya çekilmenin ağırlığını ve cehennemi anlayamayacağı, zihnine ve aklına sığdıramadığı için, ahiretin bu menzillerini anlatmak hem doğru olmaz, hem de bir fayda sağlamaz.
Bunun için çocuğa ölümün anlamı ve ahirete iman “cennet sevgisi”yle anlatılmalıdır. Birlikte yaşadığı kardeşi veya beraber oynadığı arkadaşı yahut annesi vefat eden çocuk, ölüme bir anlam veremez, kavrayamaz, anlatılacak olsa bile nazik kalbi bunu kaldıramaz. Bu çocuk ancak cennet düşüncesiyle ve cennet müjdesiyle ölümü ve ahireti anlamaya çalışır
Cennet fikriyle der: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü; cennetin bir kuşu oldu, cennette gezer, bizden daha güzel yaşar. Ve validem öldü, fakat rahmet-i İlühiye’ye gitti, yine beni cennette kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim” (Sözler, 10. Söz) diyerek insanca yaşayabilir.
Bediüzzaman’ın çocuk eğitimi hakkındaki görüşleri takdir edersiniz ki, bu kadar değildir. Bir kitap çalışması hacminde geniş tespitler ve bilgiler mevcuttur.
Kur’an öğrenimine önem verirdi
Çocuk eğitiminde Bediüzzaman’ın hayatından örnekler görmek mümkün. Yakın talebelerinden Refet Bey’in bir kız çocuğu dünyaya gelir. Üstad’a haber verirler. Üstad da, kendi hizmet anlayışının temelini “şefkat” teşkil ettiğinden kızları “şefkat kahramanları” ve “en sevimli bir varlık” olarak nitelendirir, “daha çok tebrike layıksınız” dedikten sonra erkek çocuklarıyla kız çocuklarının eğitim farkını dile getirirken, “Bu zamanda erkek çocukların tehlikesi daha çok” der. Sonra da, “Cenab-ı Hak sizlere teselli kaynağı, ünsiyet ve evinize küçük bir melaike hükmüne getirsin” duasını yapar. Bu sırada “’Rengigül’ ismi yerine ‘Zeynep’ olsa daha münasiptir” diyerek çocuğun ismini de değiştirir.
Bediüzzaman özellikle çocukların Kur’an eğitimine büyük önem verir. O yıllardaki bir talebesi olan Refet Bey’e yazdığı bir mektupta “Her bir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur’an öğretmek”tir diye bu konuda görev verirken, şevkini arttırarak, “Sen birinci talebelerden olduğundan, inşaallah senin çocuğun da birincilerden olacaktır. Madem çocuk benim de evlad-ı mâneviyemdir; ona verdiğin ders, yarısı senin namına ise, yarısı da benim hesabıma olmalıdır” derken, eğitimde çalışkanlığı “birinci olmaya” yönlendirir, verilen bu derse kendisi de hissedar olur.
“Çocuktur, bir şey anlamaz” demiyordu
Bediüzzaman büyükler kadar çocuklarla da ilgilenir, onları “çocuktur, bir şey anlamaz, büyüyünce muhatap alınır” demiyor, gerekenleri ihmal etmeden yapıyordu.
Emirdağ’da bazen yaya olarak, bazen de faytona binerek kıra çıktığında, bir-iki yaşından on yaşına kadar çocuklar Üstad’ın peşinden koşarlar, etrafını sararlardı. Üstad hemen durur, onlarla görüşür, konuşur, onlarla yakından ilgilenirdi.
Çocuğu olmadığından onları manevi evlat olarak kabul eder, duasının içine alır, her sabah diğer talebeleriyle birlikte bu çocukları da dualarında andığını ifade ederdi. “Onlardan bir yaşındaki masumu, kırk yaşındaki lakayt bir adama tercih etmeye sebep, bunlar günahsız ve samimi bir alaka göstermesinden, elbette onları, sevk eden bir hakikat var. Ben de o cihetten onları; büyüklere temenna ettiğim gibi, onların temennalarına ciddi mukabele ediyorum” der, çocuklara büyük insan gibi davranırdı.
Bazı zamanlar da o çocuklara, “Madem siz benim evlad-ı maneviyem oldunuz. Ben de size dua ediyorum. Siz de günahınız olmadığı için, duanız benim hakkımda inşaallah makbuldür. Siz de bana dua ediniz. Çünkü ziyade hastayım” diyerek gönüllerini alırdı.
Mehmet Paksu