Risale-i Nur’un Neşri ve Bediüzzaman’ın Vasiyetnameleri (17)
(1956’dan Günümüze)
Dr. Mehmet Rıza Derindağ
Lahika Mektuplarına Dair Bir Haşiye
Bediüzzaman Hazretlerinin dördüncü telifat devresi olarak arzettiğim 1949-1956 arası neşretmiş oldukları mektuplar, lahikalar, kitaplar ve broşürlerin kısm-ı ekserisi Emirdağ Lahika mektuplarında tasrih edilmiştir. Emirdağ Lahikaları fevkalade mühim ehemmiyeti haizdir. Barla ve Kastamonu Lahikalarında olan ayrı ayrı hususiyetlerin tamamını ihtiva etmiş, üslup, tarz, beyan olarak muhkemat nevinden addedilebilecek meslek ve meşreb-i nur’a ait düsturları havidir. Bu mübarek nur davasında gedik açmak isteyen, Hz. Nur Üstad’ın Kur’ani davasının meslek ve meşrebini başka bir takım yollara tevessü ettirmeye gayret edenlerin en ziyade çekindikleri ve etbalarına okutmamak için türlü iğfalatlarda bulundukları mektuplar mecmuasıdır, Emirdağ Lahikası… Emirdağ Lahika mektupları Nur Mesleğinin islami, içtimai, siyasi ve şahsi düsturları havi mühim mektuplardan müteşekkildir, davanın esasları, desatiri ve kavanini ve Hz. Necib Üstad’tan sonra nasıl ve ne suretle devam etmesi gerektiğini de ifade eden ve istikbalde karşılaşılacak bir çok mesaile dair acaba Bediüzzaman böyle bir halde nasıl hatt-ı harekatta bulunurdu diye soracak sadık Nur talebelerine eşsiz bir rehber, susturulmaz bir önder, müstakim bir muallimdir.
Emirdağ Lahika mektupları kudsi ve nurani silsile olan 27. Mektub’un son zeyli ve kıyamete kadar baki davanın temel zenbereğidir, bu mektuplara çamur atan kendisi çamura saplanır, güneş balçıkla sıvanmaz, güneşe zulmet isnad eden kendisi zulmetlerde kalır. 27. Mektup ve zeyilleri Risale-i Nur’un ilk te’lifi ile başlayıp Hz. Nur Üstad’ımızın 1960 başlarında Ankara’da talebelerine şifahi olarak arzedip emriyle yazıya dökülen son dersiyle hitam bulmuştur.
Risaleler Barla’da te’lif edilmeye başlanıp Isparta ve civarındaki kıymettar talebeleri bu risaleleri okumak ve yazmak suretiyle istifade ve istifâza ettiklerinde hissiyatlarını, iştiyak ve ihtiramlarını bir şükran borcu olarak muhterem müellifi Hazret-i Üstad’a mektuplarla takdim etmişler. Bazı müşkülâtlarının ve suâllerinin halledilmesini rica etmişler; böylece hem Hazret-i Üstad’ın, hem talebelerin mektupları ile “Barla”, “Kastamonu” ve “Emirdağ” lâhika mektupları vücûda gelmiştir.
(Emirdağ Lâhikası 1/5) Risale-i Nur’un te’lifi ve neşriyle beraber bu lâhika mektuplarının zuhuru, devamı ve neşri, bizzat muhterem müellifi tarafından yapılması ve tensib edilmesi ve müteaddid mektuplarda da bu lâhikaların kıymetini ifade buyurmaları ve nazara vermeleri, herhalde bu lâhikaların ehemmiyetini tebarüze kâfidir.
Evet Risale-i Nur’un te’lifi, zuhuru ve neşri ile beraber hizmet-i Nuriyenin ve ders-i Kur’âniyenin tâliminde ve îfasında ve meslek-i Nuriyenin taallümünde ve uzun bir zamandaki hizmetin devamında vâki olacak binler ahvâl ve hücuma mâruz talebelerin cereyanlar karşısında sebat, metanet ve ihlâsla hareketlerinde onlara yol gösterecek, hizmet-i Kur’âniyenin inkişafında suhûlete medar olacak ikaz ve ihtarlara elbette ihtiyaç zaruridir, kat’îdir, bedihîdir. İşte Hazret-i Üstad’ın bu gibi şüphe götürmez hakikatlere ve mes’elelere isabetle parmak basıp dikkati çekmesi, talebelerini ikazda bulunması, elbette bu hizmet-i kudsiyenin ehemmiyeti iktizasındandır.
Hem bu lâhikaların bir kısmı ihtiyaca binaen yazılmış ve yazdırılmış ihtarlar olması ve aynı ihtiyacın her zaman tekerrürü melhuz bulunduğundan daima müracaat olunacak hikmetleri ve düsturları muhtevidir. Nitekim yüzer vâkıalar, hadiseler ve mes’elelerde bu ihtiyaç, kendini göstermiştir. ..Değişen dünya hadiseleri geniş ve küllî mes’eleler ve şartlar altında isabetli hizmet-i Kur’âniyenin esaslarını ders veriyor. (Emirdağ Lâhikası 1/9)
Şimdi birileri Emirdağ Lahikası içerisinde bizzat Hz. Nur Üstad tarafından neşri tensib buyurulan ve asılları elimizde olan bilhassa vasiyetnamelerine alenen iftira, yalan ve şen’i gıybetlerle taarruz etmekte bununla bir şüphe iras etmeye cüretkarane teşebbüs etmektedirler. Şimdilik şu işaretle iktifa edelim; Hz. Üstadımız “…iki şâhid-i sâdıkın sübûtuna şehadetleri kâfi gelirken, onu inkâr eden hadsiz bir kâinatı ve hadsiz ebedî zamanı temâşa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını isbat edebilir, ademini gösterebilir.” demiyor mu? Halbuki Emirdağ Lahikasında ki mektuplar ve bilhassa vasiyetnamelerde ismi geçen zevat böyle bir yalanda ittifakı gayr-ı mümkün bir cemaattir!Binaenaleyh Vasiyetnamelere iki değil yüz şahid-i sadık var… “Bir dâvada iki şâhid-i sâdık kâfidir. Bu dâvamızdaki kasd ve irademiz taallûk etmeyerek, üç-dört sene sonra muttali olduğumuza yüz şâhid-i sâdık bulunabilir…” Hem bu vasiyetnameleri Hz. Üstad yazmış ve neşrini görmüş ve zaman zaman tashih etmiş ve hem Hulusi Bey görmüş, ilk vasiyetnamenin zirinde ismi geçen 17 ağabey görmüş, ve ses çıkarmamış… bu nasıl bir hezeyandır, ne derece şen’i bir iftiradır, bu nasıl vicdansızcasına yazılmış gaddar bir hakarettir.
Bu meseleye dair inşaaAllah 1956-958 ve ve Nur Üstadımızın son iki senesini yazacağımız ileriki bölümlerde genişçe yer vereceğiz. Sadede dönüyoruz…
Bediüzzaman’ın Dördüncü Te’lifat Devresi/(1949-1956)
1953 senesinde yazmış olduğu Lahikalardan birisi Abdulhamid Han’a dair diğeri ise Samsun Mahkemesinden beraetine ait iki mektubu o devredeki lahika mektuplarına misal olarak arzedelim;
Abdulhamid Han’a Dair Hz. Üstad’ın Cevabı
Yine o 3 aylık İstanbul ikameti günlerinde bazı sol menşeli yayınlar ve mecmualar bilhassa Abdulhamid Han aleyhine tezviratta bulunuyor, hakaretli yazılar yayınlıyorlardı. Peyami Safa gibi Sultan Abdulhamid Han’a “katil” ve “kızıl Sultan” diyenler pervasızca artıyordu. Hatta Darulaceze’nin kuruluş yıl dönümü münasebetiyle Sultan’ın bir portresi kurumun girişine asılmış ve o portre bir kaç kendini bilmezce yırtılmış, yumurta atılmıştı. Hz. Üstad bunu duyunca “Sultan Hamid saltanat itibariyle otuz milyon Osmanlının, hilafet itibariyle üç yüz milyon müslümanın halifesiydi, ben Sultan Hamid’e veli nazarıyla bakıyorum” demişti. İşte o günlerde bir muallimin Hz. Üstad’ın mevzu ile alakalı kanaatlerini sorduğu ve talebelerince Hz. Üstadın müsadesiyle yazılan cevabi lahika pek kıymetlidir;
“Bir muallim kardaşımız, Sultan Hamid’in hakkında Üstâdımızın Hürriyet başında söylediği nutuklarda, Sultan Hamid’e hücûm etmiş ve o kıymettar padişahın kıymetini takdîr etmemiş gibi bir şüphe gelmiş.
Elcevap: Biz Üstâdımızdan aldığımız hakîkat-i hal ile cevap veriyoruz.
Evvelâ: Üstâdımızın bütün hayatındaki birinci düstûru, Kur’ân-ı Hakîmin bir kânûn-u esâsîsidir ki: ‘Bir adamın cinâyetiyle başkası mes’ul olamaz’ kâide-i Kur’âniyesi ile, ‘O padişahın zamanındaki hükûmetin hatâları ona verilmez’ diye dâimâ hayatında ona hüsn-ü zan etmiş, onun bâzı zaman mecbûriyetle ettiği kusûrları da, onun muârızlarına karşı da te’vîle çalışmış.
Saniyen: Üstâdımız, Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat dairesindeki hürriyet-i şer’iyeyi senâ etmiş, nutukları ile halkları o hürriyete dâvet etmiş ve hürriyet-i şer’iyeye muhâlif olanlara demiş ki:
‘Eğer şerîat dairesinde olmazsa, istibdâd nâmını verdiğiniz, bir şahsın mecbûrî, cüz’î ve hafif istibdâdı, pek şiddetli bir istibdâd-ı küllî olup inkısâm edecek. Herkes, bir nevî müstebit olur. İstibdâd-ı mutlak çıkar. Binler istibdâd hükmüne dönecek, yani, hürriyet ölecek, bir istibdâd-ı mutlak çıkacak.’
Hattâ, bu meselede Üstâdımız, idam için kurulan Dîvân-ı Harb-i Örfî’de demiş ki: “Eğer meşrûtiyet, İttihatçıların istibdâdından ibâret ise veya hilâf-ı Şerîat hareket ise, bütün dünya şâhit olsun ki, ben mürteciyim.”
Sâlisen: Üstâdımız, o zamanda bir hiss-i kable’l-vukû nevinde şimdiki âlem-i İslâmın ecnebî istibdâdından kurtulması ve bir Cemâhir-i Müttefika-i İslâmiye tarzında tezâhüre başlamasını tasavvur etmiş, ümit etmiş, hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış, hürriyet-i şer’iyeyi takdir etmiş. O zamanki hutbelerinde demiş ki: “Hürriyet, terbiye-i İslâmiye ile olmazsa, ölecek; bir istibdâd-ı mutlak, yerine çıkacak.”
Râbian: Üstâdımızdan hem işitmiş, hem hâlinden anlamışız ki, ecnebîlerin şiddetli desîse ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebât ve kanâat; husûsan âlem-i İslâmın kısm-ı âzamının halîfesi olmak; hem, bîçare vilâyât-ı Şarkiyenin bedevî aşâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi, Hamidiye Camii’nde her Cuma günü bulunması, şeâir-i İslâmiyeye elden geldiği kadar mürâât etmesi, dâimâ Yıldız dairesinde mânevî üstâdı kabûl ettiği bir şeyhi var olduğu gibi, çok hasenâtı için, Üstâdımız, bütün hayatında onun padişahlar içinde bir nevî velî hükmüne geçtiğine kanaat etmişti.
O zaman Üstâdımız Said Nursî’nin hizmetinde bulunan, Muhsin-Ziyâ, 1953, Fatih/İstanbul”
Yine aynı mektubun yazıldığı günlerde Samsun’daki davadan Hz. Üstad’ın beraat haberi gelir. Bu münasebetle şu mektubu kaleme aldırtır;
“Medâr-ı İbret ve Hayret ve Şükrandır ki:
Yirmidokuz senedir, elli seneden beri benimle muârız gizli düşman komiteler bütün desiseleriyle aleyhimde adliyeyi, hükûmeti sevketmeye çalışırken ve her desiseye baş vururken.. yüzotuz kitabımı, binler mektuplarımı tedkik ve taharri için adliyenin nazarını celbetmiş. O adliyeler beşi kat’î beraet ve umum kitapları suç yok diye iadeye karar vermeleri ve geçen Malatya hadisesi münasebetiyle yine gizli düşmanlarımız hükûmetin ve adliyenin nazar-ı dikkatini bizlere çevirmeye çalıştıkları halde, yirmiüç mahkeme demişler ki: “Suç bulamıyoruz”.
{(Hâşiye): Denizli’de bütün Risale-i Nur eczaları iade edilmesi ve İstanbul’da ve Ankara’da ele geçen bütün Risaleleri iade etmeleri ve Tarsus Mersin’de ellerine geçen umum risaleleri iade etmeleri ve dört ay Ankara bütün risaleleri tedkik ile iadesine ve beraetine karar vermeleri ve o beraet ve iadeyi temyiz dört defa tasdik etmesi ve en ziyade uğraşan Afyon, dört sene sonra iki defa beraet ve iadesine karar vermesi gösteriyor ki, adliyeler tamamiyle hakikî adâletle iş görmüşler ki, yeni şeylerin ehemmiyeti kalmıyor.}
Acaba benim gibi dünya ehli ile münasebeti pek az ve Risale-i Nur gibi hakikati hiçbir şeye feda etmeyen yüzotuz kitabında bu kadar aleyhimizde bahane arayanlar varken hiçbir suç bulunmaması ve yalnız Eskişehir’in birtek mes’ele olan tesettürden başka o da cevap verildikten sonra kanaat-i vicdaniyeye çevrilmesi.. halbuki, Nur talebeleri gibi takvaya taraftar olanlardan bir tek adamın on mektubunda on günde onu mes’ul edecek bâzı maddeler bulunur. Bu kadar hadsiz bir derecede kesretli bir şeyde medâr-ı mes’uliyet adliyeler gösterememesi iki şeyden hâli değil:
Ya kat’iyyen bir inayet ve hıfz-ı İlâhiyedir ki, bu cihette merhametini, rahimiyetini Nur talebeleri, Kur’ân hizmetkârları hakkında gösteriyor ki; bize temas eden bütün adliyeleri böyle hârika bir adâlete ve hiçbir cihette haksızlık yapmamağa ve böyle aleyhimizde binler esbab varken o hakikat-ı kudsiye-i Kur’âniyenin bir hizmetine yardım etmişler. Biz de bütün ruh u canımızla onlara teşekkür ederiz.
Eski zaman adliyelerinin önünde padişahlar, fukaralarla diz çöküp muhakeme olması ve Hazret-i Ömer (R.A.), adâleti zamanında âdi bir Hıristiyanla; Hazret-i Ali (R.A.), âdi bir Yahudi ile muhakeme olması ile gösterilen, adliyedeki haktan başka hiçbir şeye âlet olmadığını gösteren adliyelik adâletinin bu sırr-ı azîmine bizimle alâkadar olan bu adliyeler –bize temas eden cihette– mazhar olmuşlar. Onun içindir ki, sekiz senedir bu kadar işkenceler, hapisler, tazyikatlar gördüğüm halde, hiçbir adliye adamlarına, bu sırr-ı azîme binaen değil küsmek ve beddua, bilâkis kalben bir minnettarlık, bir nevi teşekkür, bir tebrik var.
Said Nursî
(Emirdağ Lâhikası 2/215) “
(Devam edecek…)