HASAN ATIF EGEMEN
“Yâ Rab! Güldür Said’i”
Bediüzzaman Kastamonu Lâhikası’nda Hasan Atıf Egemen’i merak ederek kim olduğunu soruyordu:
“Aydınlı Hasan’ın hakikaten gayet müstesna bir kalemi var ve yazılarında bir ihlâs görünür. Bu zat ne vakitten beri Risale-i Nura girdiğini ve ne halde olduğunu merak ediyorum?..”
Yine Hasan Atıf Egemen’in, İslâmköylü Hafız Ali’nin mektubunun kenarına yazdığı lâtif bir cümle Kastamonu mektuplarında şöyle geçmektedir:
“Yâ Rab! Güldür Said’i, tâ gülmelerinden güller açılsın.”
Bu duanın bir tecellisi olarak, otuz günde bir defa gülmeyen Üstad, bir günde otuz defa güldüğünü ifade buyurmaktadır.
Hasan Âtıf Egemen anlatıyor:
“l933’den evvel hastalanmış, kırk beş kiloya düşmüş, kendime sıcak bir yer arıyordum. Sandıklı’ya, daha sonra ise Nazilli’ye gelmiştim. Sandıklı’nın Kızılören köyündeydim. Çivril kaymakamı bizimle alakadar olmuş, Ankara’ya aleyhimizde telgraf çekmiş, bu telgrafta ‘Bir Kürt varken, başımıza bir kürt daha çıktı’ diye benden ‘Kürt’ diye bahsetmişti. Bu sebepten Kastamonu Lâhikasında ‘Kürt Atıf’ diye geçmektedir. Maksadı bizim vesilemizle terfi etmek.
“Nazilli’de Mehmed isimli bir arkadaş bana Nurlardan bahsetmiş ve ilk defa Nurları bu arkadaş vasıtasıyla tanımıştım. Ayrıca bana, ‘Isparta’da Zühtü Bedevi diye bir arkadaş var, eğer onu bulursan, sana Nurlar hakkında tam malumat verir’ dedi. Bu arkadaş cesur birisiydi. Seydişehirli Hacı Şeyh Abdullah Efendinin halifesi Mustafa Efendinin oğluydu. Ailece Nur talebesi olmuşlardı.
“l94l senesinde Çankırı yoluyla Kastamonu’ya, Üstad’ın ziyaretine gidiyordum. Yolda İbrahim Fakazlı ile karşılaştım. Fakazlı beni Üstada götürdü. Üstadı ilk ziyaretim böyle olmuştu.
“Üstad’ın yanında Mehmed Feyzi vardı. Sonra başka gelenler de olmuştu. Üstad kendisine Arapça ders veriyordu. Biz girince ders kesildi. Üstad beni bir sandalyeye oturttu. Sohbet esnasında Üstad, ‘Atıf evli misin, bekâr mısın?’ diye sordu. Benim de ağzım alışmış olduğundan ‘Çok şükür bekârım!..’ diye cevap verince, Üstad bu cevabıma çok güldü. Mehmed Feyzi’ye, ‘Bak görüyor musun, Atıf ne diyor?’ dedi. O da utancından ve mahcubiyetinden yere bakıyordu. Meğer o günlerde annesi kendisini evlendirmek istiyormuş. Sonra Üstad müsaade etmiş, yüz lira da para göndermiş, Emirdağ’dan kendisine.
“Üstad’ın yanında üç buçuk saat kadar kalmıştım. Hangi şeyden haberi olmazdı ki? ‘Sinop’a gidecek misin?’ diye sordu. ‘Döneceksin, gitmeyeceksin, seni kimseye göstermeyeceğim’ diye buyurdu. ‘Yarın yola çıkarsın’ dedi. Bir gece bir evde misafir olarak yattım.
“Daha sonraki yıllarda ‘Atıf vazgeçsin, evlenmesin, sonra müteessir olacak!..’ diye haber göndermişti. Bugün Üstad’ın ‘müteessir olacaksın’ sözünü tasdik ettim. Çok şükür çocuğum yok, çünkü büyüyünce nasıl olacakları belli değil; bunun yerine milyonlarca kardeşim ve evladım var.
***
“Aslen Sinoplu olduğum için oraya gitmek istiyordum. Benim pederim ilk mektep hocasıydı. Meşhur rıza Nur pederin talebesiydi. sonra Sav’a gitmiştim. Sav’da Sinop mahallesi varmış, ben de orada misafir olarak kaldım. Oraya Sinop’tan bir evliya gelmiş. Mahallenin ismi oradan geliyormuş. davraz dağının dibinde bu evliya medfun. Duası ile su çıkartmış, ‘Bu suda yıkananlara kuduz tesir etmez’ demiş. Sinop’a gitme isteğim de böyle tahakkuk etmişti.
“Merak etme”
“Denizli hadisesi sırasında Sandıklı’da on yedi gün hapiste kaldım. Sonra Dazkırı, Çivril, Isparta, oradan da Denizli’ye getirdiler. Bir gün sonra da Üstadı getirmişlerdi. Üstad, ‘Merak etme, merak etme’ diye bizi teselli ediyordu. Isparta hapishanesinde de birgün kalmıştık.
“Üstad’la, hapishaneden mahkemeye beraber gidip gelirdik. O zaman Sandıklı’da nurlara muarız birisi vardı. Bunlarla mevzu ile alakalı olarak sohbetlerimiz oluyordu. Seydişehirli Abdullah Efendinin talebeleri daha sonra Nur talebesi olmuşlardı. Bu zat Üstad için ‘Benim yanımda meşayihlerin başında gelir’ diyordu.
“Hasan amca vardı, onunla mektup gönderirdim. Bazan Üstada yazdığım mektuplarda da ‘Aydınlı Hasan’ imzasını kullanırdım.
Kastamonu’da Üstadı ziyaretimde bana “Mecmuatü’l-Ahzap”tan alınma bazı duaları vermişti.
“Birinci Cihan Harbi sırasında Sinop’ta tahrirat kâtipliğinde mübeyyizdim. Sonra telgrafçılığa girmiştim. Harb-i Umumi telgrafçılıkla geçti, telgrafçılıkla askerlik bir arada olmuştu.
“Üstadı Isparta’da ziyaretlerim oldu. Fakat Emirdağ’ına çok gittim, belki otuz defadan fazla. Üç defa Hülâsa’yı gönderdim. Üstad Hazretleri tashih edip tekrar gönderiyordu. Üçüncüde beğendi. ‘Hadsiz bârekallah, hadsiz maşaallah, hadsiz es’adakümullah’ diye ortasından çıkararak yazmış, ayrıca ismime dua da yazmıştı.
“Üstad Hazretleri o kadar mütevazi ve büyük bir insandı ki, başkaları elini öperken bakardım, sanki utanırdı bu halden. Bir defasında Atabeyli Abdullah Çavuş elini öpmek istemişti, “El öpmek yasak” diye elini vermemişti, o zaman bende elini öpememiştim.
“Âtıf sen de diyebilirsin”
Yirmi Sekizinci Söz, Nur Risalelerinden Cennetle alakalı bir derstir. Bu ders Sıddık Süleyman Kervancı’nın bahçesinde bir iki saatte yazılmıştır. Bu yüzden bu bahçenin ismi o gün bugün “Cennet Bahçesi”dir. Nurların ilk menzili ve ilk dersanesinin olduğu Barla’nın bu dere bahçesinde ‘cennet risalesini’ okumak, âdeta tatbiki laboratuar dersi gibi canlı olmaktadır. l970 yıllarımız hep bu tatbikatın mesut anlarıyla geçti.
M.Tahiri Mutlu’nun hatıralarında şöyle bir cümle bulunmaktadır:
“Tahiri, işte sen böyle diyebilirsin?”
“Birgün Bediüzzaman’ın huzurunda Tahiri Mutlu’nun da olduğu derste 28. Söz’den, cennet bahsinden şu parça okunmuş:
“İnsan olan bir insan diyebilir ki: ‘Benim Hâlikım, bu dünyayı bana hane yapmış; güneş benim bin lambamdır; yıldızlar benim elektriklerimdir, yer yüzü çiçekli-miçekli halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir.’ der, Allah’a şükreder.”
Dersin tam bu kısmı okununca Üstad Bediüzzaman hemen müdahale ederek: “Tahiri, işte sen böyle diyebilirsin!” diye buyurmuş.
İşte dersin bu kısmında Hasan Atıf Egemen içeri girmiş. Üstadımızın arkasından girdiği ve onu görmediği hâlde, dönüp ona da, aynı şekilde “Âtıf sen de diyebilirsin” diyor.
Gerçekten Albay Hulusi Yahyagil, Mehmed Feyzi Pamukçu gibi Hasan Atıf, Egemen’ de asrımızı şereflendiren yıldızların güneşlerin sahiplerinden bir bahtiyardır.
Hasan Âtıf Egemen Ağabey, Üstad’la alakalı yazılmış mısralarından iki mısrayı yazıp verdi bize hatıra olarak. “Üstad’ın şiirimi duyduğunu hissediyorum” diyordu. Üstada hep Hoca Efendi diye hitap ediyordu. Bunu kendisine sorduğumuz zaman, “Êskiden beri Hoca Efendi demeye alışmışım, bu sebepten Hoca Efendi diyorum” demişti.
Üstad yazılarını çok takdir eder ve beğenirmiş.
Bir Isparta ziyaretimde kendisini çok müteessir bulmuştum. Bana üzüntüsünü şöyle bildirmişti. Sebebi de şu idi: Bir seferinde Üstad kendisine şöyle demiş:
“Atıf kardaşım, kardaşlar kalemi bıraktılar, bence teksirin kıymeti yoktur, kaleme sarılsınlar, yazıyı bıraktıkları için çok canım sıkılıyor.”
Aydın’ın Sultanhisar beldesinde Nurların bu kadim mensubu Sinoplu Hasan Atıf Egemen’le tatlı sohbetimiz, tatlı bir şekilde noktalanmıştı. Denizden bir damla şeklinde de olsa hiç olmamaktan bu kadarcık da olsa bir teselli şeklinde noktalamak istiyorum bu hatırayı…
(Necmettin Şahiner’in yazdığı ‘Son Şahitler’ kitabının, ikinci cildinden derlenmiştir…)