Şimdi gelen, okuyacağımız mektub Risale-i Nura kanaat etmenin elzem olduğunu –Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahib ve varislerine; ve hasların hasları olan olan erkan ve esaslarına– ders veriyor. Mektubun muhatabı has Nur talebeleridir. Hitab noktasında böyle bir derece hususiyet arz etmekle beraber hakikat noktasında her Nur talebesine hedefi, maksadı gösteriyor.
Mektubun ikinci hususiyet noktası ise:
“Risale-i Nur, hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risale-i Nur’dadır.” diye hususen hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi olduğunu çok açık bir ifade ile anlatıyor. Hakaik-i islâmiye ne demektir Kastamonu Lâhikası 199. sayafadaki mektubda izah ediyor. Onu da buraya derc edeceğiz inşâallah.
Mektubda nazara vermek istediğimiz üçüncü mühim bir husus üç maddedir: Bazı ulamanın (a) yeni eserlerinde (b) meslek ve meşreb ayrı ve (c) bid’ata müsaid gittiği için tabirleri dikkatimizi çekiyor.
Bu mektubu doğru anlamak için Yirmi Yedinci Söz olan “İçtihad Bahsi” ile beraber okumak faydalı ve açıklayıcı olur inşâallah! Çünkü: İÇTİHADA mani hükümler ve değerlendirmeler aynen bazı yeni ulemanın yeni eserlerinde de kendini gösteriyor. Selefin içtihadat-ı safiyane ve halisanesiyle bütün zamanlara dar gelmeyen efkârları ve asarı olduğu halde, şimdi hususan bu zamanda yaşayan alimlerin mesailerini hakaik-i imâniye ve Kur’aniyeye; ve selefin o gibi mümtaz eserlerin anlaşılmasına sarf etmeleri lazım iken bir kısım bid’alara ve Avrupai fikirlere açık eserler telif etmeleri ve Ümmetin nazarına vermeleri ne derece büyük zarar vereceği az bir tefekkür neticesinde şuurlu mü’minlerce hemen anlaşılır.
Hakiki bir ihtiyaçtan değil –belki hariçten müdahale ile yeşeren filizi büyütmeye çalışmak gibi bir arzu– “…zaruriyatı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsi’ ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrib ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmaya vesiledir.” tabirine masadak olacağı muhakkaktır.
Böyle yenilikçi fikir ve eserlerde daha ziyade illet yerine hikmet ikame edilmekte vahyin ruhundan uzaklaştırılmaktadır.
Ve yine böyle eserler saadet-i uhreviyeye bedel, saadet-i dünyeviyeyi gaye ve maksad olarak görüp öylece telif edilmiş olduğundan ruh-u şeriattan yabani kalmışlardır.
Ve yine böyle yeni eserler “zaruret haramı helal derecesine getirir” düsturunu küllilleştirerek su-i istimal ederek zaruret, haram yolla mı yoksa helal yolla mı zaruret haline gelmiş bakmaksızın bizi Avrupa’nın materyalist, felsefi, siyasi batıl fikirlerine yönlendirerek zihinlerimizi müşevveş etmektedir.
Ruh u şeriattan, semavilikten, vahyin manasından uzaklaşmamak için biz Risale-i Nur talebeleri Risale-i Nur’un irşadına, hakaik-i imâniye derslerine iktifa ediyoruz. Sahabenin cadde-i kübra-i Kur’aniyesinin yolu bu meslek olduğu itikadındayız.
[KONUMUZUN ÖZÜNÜ İFADE EDEN KASTAMONU LAHİKASINDAN EHEMMİYETLİ BİR MEKTUB:]
“Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahib ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerime bugünlerde vuku’ bulan bir hâdise münasebetiyle beyan ediyorum ki:
Risale-i Nur, hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risale-i Nur’dadır. Evet onbeş sene yerine, onbeş haftada Risale-i Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikîye îsal eder. Bu fakir kardeşiniz yirmi seneden evvel, kesret-i mütalaa ile bazan bir günde bir cild kitabı anlayarak mütalaa ederken; yirmi seneye yakındır ki, Kur’an ve Kur’an’dan gelen Resail-in Nur bana kâfi geliyorlardı. Bir tek kitaba muhtaç olmadım, başka kitabları yanımda bulundurmadım. Risale-i Nur çok mütenevvi hakaika dair olduğu halde, te’lifi zamanında, yirmi seneden beri ben muhtaç olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lâzım gelir.
Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum. Siz dahi Risale-i Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir.
Hem şimdilik bazı ülemanın yeni eserlerinde meslek ve meşreb ayrı ve bid’atlara müsaid gittiği için, Risale-i Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid’ata karşı da huruf ve hatt-ı Kur’an’ı muhafaza etmek bir vazifesi iken; has talebelerden birisi bilfiil huruf ve hatt-ı Kur’aniyeyi ders verdiği halde, sırrı bilinmez bir hevesle, huruf ve hatt-ı Kur’aniyeye ilm-i din perdesinde tesirli bir surette darbe vuran bazı hocaların darbede istimal ettikleri eserleri almışlar. Haberim olmadan dağda şiddetli bir tarzda o has talebelere karşı bir gerginlik hissettim. Sonra ikaz ettim. Elhamdülillah ayıldılar. İnşâallah tamamen kurtuldular.
Ey kardeşlerim! Mesleğimiz, tecavüz değil, tedafü’dür, hem tahrib değil tamirdir, hem hâkim değiliz mahkûmuz. Bize tecavüz eden hadsizdirler. Mesleklerinde elbette çok mühim ve bizim de malımız hakikatlar var. O hakikatların intişarına bize ihtiyaçları yoktur. Binler o şeyleri okur, neşreder adamları var. Biz onların yardımlarına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyetli vazife zedelenir ve muhafazası lâzım olan ve birer taifeye mahsus bir kısım esaslar ve âlî hakikatlar kaybolmasına vesile olur. Meselâ: Hâdisat-ı zamaniye bahanesiyle Vehhabîlik ve Melâmîliğin bir nev’ine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer’iyeyi perde yapıp eserler yazılmış.
Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terkedilmez.”
(Kastamonu Lahikası s. 77-78)
[ Hakaik-i islâmiye ne demektir? ]
“İslâm’ın rükünleri başkadır, hakikat-ı İslâmiyet’in esasları yine başkadır. Hakikat-ı İslâmiyet’in esasları; altı erkân-ı imaniye ile ve esas-ı ubudiyet ki, İslâmın beş rüknü olan (savm, salât, hacc, zekat, kelime-i şehadet) mecmuunun hülâsasıdır. Risale-i Nur, altı rükn-ü imaniye ile bu esas-ı ubudiyeti isbat edip seb’al mesânî cilvesine mazhariyeti muraddır. Vücub-u zekatın izahından murad ise, zekatın teferruat tafsilâtı değil; belki zekatın, hayat-ı içtimaiyede derece-i lüzumu ve ehemmiyetli kıymeti isbat edilmiş demektir. Evet Risale-i Nur’dan evvel yazdığımız risalelerde, hem de Risale-i Nur’un müteaddid yerlerinde, vücub-u zekatın hayat-ı içtimaiyede ne derece ehemmiyetli olduğu kat’iyyen ve vâzıhan isbat edilmiş demektir.”
(Kastamonu. Lahikası s.199)
“Vücub-u zekatın izahından murad ise” cümlesinden de anlaşılacağı üzere Risale-i Nur teferruatı izah etmez. Onları nereden öğreneceğiz? Mehaz-i hakiki olan Kur’an-ı Hakim’den ve onun tefsîri ve izahı olan hadis-i şeriflerden ve şeriat ve siyer-i seniyye kitablarından öğreneceğiz. Bu kısım ilimler bir kere öğrenilir ve tatbikatla meleke haline gelir. Hakaik-i imâniye ve islâmiye ise kut ve gıda hükmündedir. Tecdid-i imana vesile olarak daima tazelenir.
“Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibariyle inşâallah o cümledendir.”
(Barla Lahikası s.261)
Sünuhat’ta:
“Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı diniyede gösterdiği teseyyüb ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur:
Erkân ve ahkâm-ı zaruriye ki, yüzde doksandır. Bizzât Kur’anın ve Kur’anın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilafiye ise, yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesail-i hilafiye ile erkân ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm tefavüt vardır. Mes’ele-i içtihadiye altun ise, öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu, on altunun himayesine vermek, mezcedip tâbi kılmak caiz midir?
Cumhuru, bürhandan ziyade me’hazdeki kudsiyet imtisale sevkeder. Müçtehidînin kitabları vesile gibi, cam gibi Kur’anı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.”
(Sünuhat s.30)
“Hadîs, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattır.” (Mektubat s. 473)
Sünnet-i seniyye bahsinde izah edildiği gibi:
“Sünnet-i Seniyenin meratibi var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kısım, Şeriat-ı Garra’da tafsilâtıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır, hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da, nevafil nev’indendir. Nevafil kısmı da, iki kısımdır. Bir kısım, ibadete tâbi’ Sünnet-i Seniye kısımlarıdır. Onlar dahi ŞERİAT KİTABLARINDA beyan edilmiş. Onların tağyiri bid’attır. Diğer kısmı, “âdâb” tabir ediliyor ki, SİYER-İ SENİYYE kitablarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid’a denilmez. Fakat âdâb-ı Nebevîye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakikî edebden istifade etmemektir.” (Lem’alar s. 53)
“İ’lem Eyyühel-Aziz! İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a’mal-i sâlihadır. Sâlih amel ise, maddî ve manevî hukuk-u ibada tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir. Ecnebilerden alınan maddî bilgiler, san’at ve terakkiyata ait ise lâzımdır. Sefahete dair ise muzırdır.” (Mesnevi-i Nuriye s.115)
“Dinin zaruriyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünki kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarfetmek lâzım gelirken, İslâmiyet’in nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve hâlisanesiyle, bütün zamanların hacatına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid’akârane bir hıyanettir.” ( Sözler s. 580)
Başta “Mektubda nazara vermek istediğimiz üçüncü mühim bir husus üç maddedir. Bazı ulamanın (a)yeni eserlerinde (b)meslek ve meşreb ayrı ve (c) bid’ata müsaid gittiği için tabirleri dikkatimizi çekiyor.” demiştik. İnşâallah içiçe olan bu mevzuları da yine Külliyattan önümüzdeki günlerde istifade ettiğimiz kadar – Cenab-ı Hakkın tevfikiyle– sizlerle paylaşmak istiyoruz.
nurrehberi.com