HALİL İBRAHİM (MİLASLI)
Eskişehir mahkemesinin kararı bilâhare verilecekti. Çöllüoğlu’nun l9 Ağustos l935 tarihini taşıyan satırları ise mahkeme kararından sonra yazılmıştı. Acı günün intibalarını Halil İbrahim Çöllüoğlu şöyle ifade etmektedir:
İşte günlerden bir gündü, çağırdılar bize beşer kişi,
Alelusûl sordular ismimiz, anladık işi.
Mahkememiz olacağını söylediler on üç Ağustos,
Sabırsızlıkla değil, teheyyüçle o günü bekliyor herkes.
O gün sabah mahkemesinde, öyleye kadar sordular,
Öğleden sonra usûlen ifadeleri dinlediler.
“Müdafaanızı yapmak için şimdi gelin.” dediler,
“Ayın on dördünde mahkemeye gelirsiniz hep beraber.”
Ertesi gün oldu, iki jandarma süngüleri arasında,
Vardık mahkemeye hepimiz maznun sırasında.
Arkamızda süngülü jandarmalar, önümüzde ağır ceza mahkemesi,
Dinliyordu güya her birimizin müdafaasını.
Öyle bir mahkemedeyiz ki tarihte emsalsiz bulunur,
Bin senede ancak bir âleme nasip olur.
Gerek ifadeler, gerek mahkeme gizli oluyordu,
Heyet-i hakime hürmetkârane bulunuyordu.
Suçumuz ise kimi kitap okumak, kimi ziyaret, kimi selâm,
Bunların cürüm olmadığını isbat ediyor Bediüzzaman.
Diyordu:
“Siyasetten çekildim on üç senedir,
Siyasetle ne alâkası var kitablarımın, bu yapılan nedir?
Risalelerimin her bireri yüzer keşfiyat-ı maneviyedir,
Bunları bir Avrupalı yazsaydı mücâzat yerine edilirdi takdir.
Bir akademi heyeti bütün kitaplarımı tedkik etsin,
Var ise siyasî bir kelime, burdayım, muhalif desin.
Madem ki hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir,
Madem hükûmet ise cumhuriyetin en geniş şeklini kabul etmiştir.
Madem ki hükûmet, dini dünyadan tefrik edip, bîtaraftır,
Dinsizlere dinsizliklerinden ilişmediği gibi, dindarlara ilişmemek gerektir.
Hükûmeti iğfal eden bazı dinsiz komiteler,
Dindarlara takmak için iki kulp tutuyor o eller.
İnkâr edilemez ki kâinatta dinsizler ve dindar,
Âdem zamanından tâ kıyamete kadar var.
Kur’ân-ı Hakim’in âyat-ı kat’iyesiyle bin üç yüz senedir milyonlar tefsirler,
“Lizzekeri mislü hazzi’l ünseyeyn” ve “Veliümmühüs südüs” hakaik-ı kudsiyelerde.
Otuz seneden beri Avrupa feylesoflarının itiraz ve tecavüzü,
Yaptığım müdafat-ı ilmiyemi, nasıl denir muhaliftir.
Beni itham etmek öyle zahir bir garaz ve öyle vehim esassızdır,
Halkı hükûmet aleyhine teşvik mânasını veren hangi insafsızdır?
İyi hasletlerin menşei ve menbaı olan iman asayişi temin eder,
İmansızlık kitle-i seciyesizlikle emniyeti ihlâl eder.
Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeden ve imanın en yüksek erkân-ı azimesinden bahseder,
Böyle mesail-i kudsiyeden yalnız şeytanlar tevehhüm eder.
Risale-i Nur Kur’ân-ı Hakim’le bağlanmış bir âb-ı hayattır,
Kur’ân ise arzı arşa bağlayan cazibe-i umumiye gibi hakikattır.
Bu hükûmeti dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir hükûmet-i İslâmiye biliyorum,
Beni ‘Dini siyasete âlet ediyor.’ diyenlere ‘Siz siyaseti dinsizliğe âlet ediyorsunuz.’ diyorum.
Ben hakaik-i kudsiye-i imaniyeyi Avrupa feylesoflarına müdafaa ediyorum.
Dahile bakmıyorum, dahildeki kusura Avrupa’nın hatasıdır diyorum
Bizi hayrette bırakan ‘Cemiyet ve teşkilât için nerden para alıyorsunuz?’ diyorlar.
Evvelâ ben soranlara soruyorum: ‘Böyle bir cemiyetin bizim tarafımızdan vücuduna hangi emare var?’
Başımıza Menemen hadise-i vak’asının bir mevhum taklidini geçirdiler,
Hem masum millete, hem hükûmete büyük zarar verdirdiler.
Hedefimiz siyaset ve dünya olsaydı,
O vakit l20 risalenin 20 noktası yerine binler medar-ı tenkit bulunurdu muhalif.
Bin siyasetim olsa hakaik-ı imâniyeye feda ediyorum,
Lüzumsuz şeylere, tenezzül etmem, mukaddesata yemin ediyorum.
Düşman bir ecnebinin müdhiş bir adamı bir memlekete gelse,
Onunla temas eden muaheze edilir mi? Bu millete hizmet edenle dostluk gösteren.
Hangi maslahata istinaden hangi fikirle? Hakikaten bilmiyorum.
Benimle görüşen dost olan müttehimse size ilân ediyorlar.
Hükûmetin en sadık meb’us ve vükelâsından binlerce dostum var.
Dostluğumla itham olanlardan daha ziyade dost ve münasebettar.”
Hoca Efendinin bunun gibi ifadesi daha çok, istersen okumak için ara da bul oğul.
İşte deliller yerli yerinde, hep mundefi yahu cevamiu’l-kelâm,
Gerçi alelusûl nezaketle dinlendi ifadeler, bütün hakkınızdaki karar l9 Ağustos 935 verilecektir o gün.
Suçumuz anasır-ı cürmiye erkânına gayri cami bulunmakla,
Kable’l-muhakeme verilmiş kararı, söz yerini bulmuş olmakla.
- madde delâletiyle l63. maddeye tevfikan,
Altışar ay mahkûm edildik reddedildi iddiamız tamamen.
Diğer arkadaşlar kimi inkâr, kimi ikrar ettiler,
Lâkin faide vermedi, hepimizi mahkûm ettiler.
Hattâ üç kişinin vardı bir dâvâ vekili,
Hiç fayda temin etmedi, verdiler yüz elli papeli.
Eskişehir mahkemesinde altı aya mahkûm olan Halil İbrahim Çöllüoğlu, hapisten tahliyesine altı ay kala, l935’in Eylül ayında da “Eskişehir hapishanesinde çıkmama kırk bir gün kalınca karalanmış bir buçuk satır” başlığı altında şu mısralarla şöyle dertleniyordu:
“Eskişehir Hapishanesinde Çıkmama Kırk Bir Gün Kalınca Karalanmış Bir Buçuk Satır”
“Bugün ruhta sükûnet, tende huşunet var,
Bilmem hasta mıyım, yoksa yine firkat mı var?
Beytimin ifade ettiği gibi, Üstad’dan ayrılacağımı hatırladıkça firkatten gelen ses:
Daha kırk bir gün varken şimdiden başladı,
Düşündükçe firkat ateşi ciğerimi haşladı.
Ah Üstadım, bir şey daha var ki, aklıma geliyor,
Yalnız kalacağınızı düşündükçe yüreğimi deliyor.
Gerçi şiir yazmaktan men edilmişken ben,
Ateş-i hicranla kalbimi edemem teskin, neler desem.
Bilirim avf buyurursun bütün hatîamı,
Sanki gözlerim göstermiyor kalbimin ifadatını.
İştirak ediyor işte benim gönlüm gibi güya,
Benimle mahzun hemdert oldu cevv-i sema.
Ağlasam değil, göz yaşlarımdan seller aksa,
Hicranımı tarif edemez bütün kalemler yazsa.
Süleyman Efendi demişti Mevlid-i Nebevî’de dilinden bırakın,
Gerçi zahiren cennetteyim, lâkin manen yaktı beni firakın.
Ben de gerçi hapis içinde nirandeyim,
Yaklaştıkça ayrılık firkatınla gün be gün hicrandayım.
Hiç olmazsa isterdim beraber geçirmek daha üç ay,
Yahut mümkün olsaydı cezayı paylaşmak bu da muhal.
Halil, muhal olan şeyi söylemede ne kâr var?
Sen derdine yan, ağla, figan et zâr zâr.
Bugünleri çok arayacağımı kalbim ediyor tasdik,
Acaba Üstadım, bu ayrılık devam eder mi mahşere dek?
Selâmetle Hak nasip etmez mi, acaba göstermez mi bir dahi?
Yoksa bu hasret devam edecek mi uzun böyle yâ ahi?
Memleketten çıkarken duymuştum bir türlü firkat,
Sevinmem lâzım gelirken şimdi tam aksi zuhur etti, unuttum o hasreti.
Anlaşılmaz muamma Hakkın tecellîsi, tehayyir kaldım,
Bu bahrin mevcindeki hikmetin hallini yine kendine saldım.
Bahr-i hakikatten kanmadı atşan olan yüreğim,
Rabbim muzaffer kılsın, muîni olsun, budur benim dileğim.
Ne mutlu o kese ki mevcelendikçe Rahmanın bahri,
Sefine-i necatta bulunur boyanırlar feyzi, nuru.
Bâri bizi unutmasalar tekaddur ettikçe feyz-i bârân,
Hatırlayın bu fakiri mevcelendikçe feyz-i Rahman.
Sahib ol bu günahkâra yâ sahib-i Kemâl,
Hem imdadıma yetiş, nazar kıl, daima bulmayım zeval.
Bahr-i hakikatta nam-nişan istemem. Hakkın rızası kâfi,
Var olsun Üstadım, himmeti daim olsun yâ Bâki.
Yâ Bâkî Entel Bâkî,
935 Eylül Halil İbrahim
Üstad Milaslı İbrahim’i Müdafaa Ediyor
Eskişehir mahkemesinde Üstad Bediüzzaman, Milâslı Halil İbrahim’i şöyle müdafaa ediyordu:
“Hem ezcümle Milâslı Halil İbrahim. Bu adam altı-yedi sene evvel benim eski memleketli bir talebem vasıtasıyla bana karşı bir dostluk hissetmiş. Sonra bu üç-dört sene evvel kendi işi için Eğirdir’e gelip Barla’da beni gördü. Hafız Bey ve Hacı Hüsnü gibi meb’uslara verdiğim ve gösterdiğim risalelerimden bir-iki tanesini vermiştim.”
“Sonra bu adam Kur’ân’a ve imana fazla iştiyakı olduğundan, musırrane benden imanî eserler isteye isteye ve her bir fırsatta bana selâm ve tebrik mektupları samimî gönderdiğinden dayanamadım. Kendime mahsus yazdırdığım risaleleri ona göndermeye mecbur oldum. Fakat başkalarına göstermemek için üzerlerine ‘Mahremdir’ diye yazıyordum. Hattâ bir mektubunda onun ısrarına karşı kandırmak için ‘Çok yerden benden risaleler istiyorlar, yazacak adamım yok. Bekir sizi tercih edip gönderdi.’ Bu mektup da onun ısrarı üzerine bir kandırmaktan ibarettir. Şimdi ben kendi vicdanımla bu zatta iman ve Kur’ân’a karşı iştiyaktan başka bir his bulamadığını ve benim gibi siyasetle hiç alâkası olmadığını ve benim mesleğimden hariç entrikalara kapılmadığını kanaatım geldiğinden, onu da hususî kardaş telâkkî ettim. Kendime has yazılarımı ona da gönderdim.”
“İşte on sene zarfında Halil İbrahim gibi iki-üç dostuma hususî ve imanî risalelerimi göndermek elbette, hiçbir cihetle itiraz olamaz. Tesettür Risalesi ise yanlışlıkla ona gitmiştir. Mesmuatıma göre, ‘Onuncu Söz’ün fotoğrafla yazılmış tetimmesini “Onuncu Söz” ile beraber yedi sene evvel hanına gelen bir yolcudan almıştır. İşte bu adamın benim hakkında tesbit edilmeyen suçumdan ona hakikî bir suç ifraz edip ve onun suçundan İnce Mehmed gibi bazı adamlara hisse çıkarmak, elbette Eskişehir mahkemesi gibi kuvvetli hüsn-ü adaleti takip eden yüksek bir mahkeme bunu hoş görmez.”
Mehmed İnce de arkadaşı Halil İbrahim Çöllüoğlu gibi Milâs’ın Hacı İlyas Mahallesinde oturuyordu. Her iki arkadaş, sekiz yıl sonra Üstadlarıyla birlikte Denizli Yusufiye medresesine de gireceklerdi.
Üstad, Mehmet İnce’yi Müdafaa Ediyor
Buğday işleriyle uğraşan Mehmed İnce’yi ise Üstadı şöyle müdafaa ediyordu:
“Benimle münasebeti Halil ibrahim’in güzel yazı ile yazılan bir mektubunun kâtibi kim ise, hattı hoşuma giderek gıyabî ona bir selâm göndermiştim. Hattâ bu tevkifhanede bir ay müddet gördüğüm halde, kim olduğunu bilmedim. Münasebetimiz bu kadar. Dostane de selâmlaşmadık.”
“Yalnız bu zat Halil İbrahim’e mahsus risalelerimi görmüş olabilir. Bu kadar az münasebetle çoluk ve çocuklarını perişan etmek ve üç aydır tevkifhanede sürünmek beni vicdanen çok muazzeb ediyor. Benim yüzümden böyle biçârelerin azap çekmesi bana çok ağır geliyor. Mahkemenin adaletinden isteriz ki: Böyleleri bir an evvel men-i mahkeme ile perişaniyetlerine hâtime verilsin.”
l897 Milâs doğumlu olan Mehmed İnce l970 yılından sonra vefat etmişti.
(Necmettin Şahiner’in yazdığı ‘Son Şahitler’ kitabının, birinci cildinden derlenmiştir…)