İstanbul’un ilk Risale-i Nur talebelerinden Galip Gigin anlatıyor:
“Anadolu’da Yunus Emrelerin, Mevlânâ Celâleddinlerin, Hacı Bektaşların, Hacı Bayramların, Mevlânâ Halidlerin ve Anadolu’da İslâm harcını yoğuran nice veli, âlim, fazıl, hakimlerin varisleri, devamları, emanetçileridirler. O emanetlerin büyük muakkibi büyük ve muhteşem Üstad Said Nur Hazretlerinin vasiyeti ile vatanlarını ve İslâm dünyasını içten ve dıştan kundaklayanların ateşlerine bağırlarını siper etmiş gerçek kahramanlardır.
“Meslek hayatımın başında, kendi matbaacılığımda, kendi ellerimle bir tebrik basıp göndermiştim. O tebrikte Üstad’ın şu altın sözleri vardı:
‘Biz muhabbet fedaileriyiz, mesleğimiz muhabbettir. Husumete vaktimiz yoktur.’
‘Evet, ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür seda İslâmın sedası olacaktır.’
“İşte bu iki söz, hakkımızda, adlî bir takibata müncer olmuştu. Bir millet kendi temellerini nasıl tahrib eder, düşündükçe içim hüzünle dolar.
“O zaman beni celbeden, gencecik savcı ile bir tartışmamız olmuştu. Benim hukuk talebesi olmamı, gülünç telakkilerle şartlanmış savcı, bir türlü aklına sığıştıramamıştı. Neden hukuk okuduğumu istihza ile sormuştu. O zaman, her türlü köpekleri serbest bırakıp, taşları bağlayan, hak ve hukukla hiçbir surette bağdaşmayan icraatlarını yüzlerine vurmuş, işte demiştim, bunlar hukuk diye ne okuyorlar onu merak ettim, onun için şu okula yazıldım.
“Bu şamar gibi patlayan cevabıma çok kızmıştı. Fakat gerçekler açıktı ve acıklıydı. Bu iç ve dış bazı çevrelerin anud ve azad kabul etmez zalim köleleri, hakikatleri haykıran ifadelerimiz karşısında mağlûp olup susuyorlardı. Soruşturma sonunda adem-i takip kararı almıştım.
“Heyhat, günü birlik hırslarının kurbanı olanlar, bu hayat verici sözleri anlamaktan acizdiler. Şimdi husumetin yurt sathını yangın gibi sardığı şu zamanda, büyük ve küçük baş, kafasında iz’an bulunan herkese o büyük vatan evlâdının şu muhteşem sözünü vird-i zeban etmesini tavsiye etsek acaba duyarlar mı?
“Evet, eğer zerre kadar insaf ve iz’anınız varsa. Anadolu’nun yetiştirdiği o en büyük evlâdın sözlerini ve nasihatlarını bütün yurt sathına; köy kahvelerinden, üniversite anfilerine, ordu karargâhlarına, meclislere, başbakanlığa, bütün hukuk mercilerine, Riyaset-i Cumhur şeref gönderine çekiniz. Korkmayın, o size yalnız şeref ve kurtuluş yolu gösteriyor. ‘Biz muhabbet fedaileriyiz. Mesleğimiz muhabbettir, husumete vaktimiz yoktur.’
“Mürşidlik taslamamış tek mürşid”
“Hayatında şeyhlik, mürşidlik taslamamış gerçek mürşiddi. Peygamberin ve sahabelerin ölçülerine sık sık bağlıydı. Büyüklük taslamayı büyüklükle bağdaştıramıyordu. Böyleleri, sabiyy-i müteşeyyih (şeyhlik taslayan bebeler) diye tavsif etmişti.
“Gerçekçiydi, acı da olsa gerçek dışı konuşmazdı. Acı da bazen şifalıydı. Dağ meyveleri bazan acı idi, ama elbet şifalı da. Dalkavuk ruhluların onu anlaması mümkün değildi elbette. O, elli sene önceden bugünkü anarşi ve fitneleri görmüş ve ikaz etmişti. Ama zavallı beyinler bunu idrak edemediler.
“Ayrıca fitnekâr cereyanları kökünden reddediyordu. Bin sene aynı sancak ve bayrak altında dövüşen, imanı, kitabı, kıblesi, vatanı, peygamberi, mukaddesleri bir olanlar içinde ayrılığın yeri olamazdı. Din ve milliyet, bizde tenden bir zırh gibiydi; ayrılamazdı, biri birine karşı olsa olamazdı.
“Mezheplerin taaddüdü rahmetti. İtişmek için sebep ve bahane olamaz; ittihad-ı maksat için bir vesile olurdu.”
İleri, medenî bütün gelişmeler Kur’ân ilham ve buyruğu idi. Geriliğin içimizde yeri yoktu. Eski hal muhaldi, ya yeni hal veya izmihlâldi. İ’la-yı kelimetullah artık maddeten terakkiye vabesteydi. Vicdanın ziyası ulum-u diniye, aklın nuru fünûn-u medeniyeydi. İkisinin beraber gelişmesiyle hakikat tecelli ederdi. Beşer ancak böyle terakki ederse, mesut, huzurlu ileri topluluğu oluştururdu.
“İstikbalde kılıç yerine kalem, ilim hükmedecekti. Fakat Dr. Duzilerin, Durkhaim, Freud, Darvin gibi sapık ve çarpıkların müritleri, bu büyük evlâdını, bu emsalsiz hakikat kahramanını dinlemek istemediler. Adeta gözleri kör, kulakları sağır, kalpleri mühürlü idi.
“O emsalsiz hakikatleri gizlediler. Milletimizin, gençlerimizin istifade etmemeleri için her densizliği yaptılar. Yazık, musab olduğumuz bunca devahî yetmez mi? Artık bu millet, kendi büyüklüğünü, kendi mürşidini bağrına basmayacak mı? Onun şifa dolu, ilim, fazilet hakikat dağıtan ışığını, okullarımız yurt evlâdına bir sebil gibi dağıtmayacak mı?
“Kendi ikballerinden zerre feda etmeden sömürü edebiyatı yapan kişiler; acaba onun çorap üstüne lastık giyen ve ‘Ben halkımın çoğunluğunun seviyesi üstünde giyip yiyemem’ diyen o Üstad’ın halinden bir ders, bir ibret, bir hikmet koparabilirler mi? Eğer hamiyet dâva eden sürü ile hamiyet-füruş ondan ders alsalardı; elbet kimsenin yutmayacağı yalanlarla, ancak safdil bazı cahilleri aldatan bu zevat, ehl-i dikkat nazarında maskara olduklarını kavramakta güçlük çekmeyecekti.
“Velhasıl, Nur derslerinden alınacak sayısız faydalı neticeler vardır. Akıl ve feraset sahibi devlet ve hükümet efradı bir gün bulunursa, elbette milletimizi bu değerli hazineden mahrum etmenin ağır vebalinden kurtulmanın yollarını arayacaklardır. Umut Kaf dağının ardında değil, göz önündedir. Ama onu görecek göz, idrak edecek beyinlere ihtiyaç vardır.
“Siyasetin çirkin yüzünden Allah’a sığınmıştı”
“Müteşeyyih değil, hoca idi. Hem de Skolastik bataklıkta bir ortaçağ hocası değil, bütün çağdaş bilgilerle mücehhez, üç lisanda muhteşem eserler telif eden bir âlimdi. Sıkılmadan ona cahil diyen, Türkçe’yi dahi tasarruftan âciz aydınlarımız olmuştu.
“Siyasetten, onun çirkin yüzünden Allah’a sığınmıştı. Basit politikacılar, onu kendi düzeylerinde görmek istediler. Hayatı örnek olduğu gibi, vefatı dahi ibretamizdi. 1960 darbesinden önce, vefatından evvel, Anadolu’nun sinesinde yatan büyük zatları ziyaret için dolaşmıştı. Bu gezi çok manidar birer veda ziyaretiydi. Anadolu’nun büyük velilerini, Yunusları, Hz. Mevlânâ’yı, Hacıbayramları, Eyyüp Sultan ve Yuşa Hazretlerini ziyaret etmiş. Anadolu’nun bağrındaki nebi Hz. İbrahim’in dergâhına varıp orada ruhunu Rahmana teslim eylemişti. O günkü zalim politikacılar, Onun bu gezintilerinden kendi hasis ve habis emellerine muvazi anlamlar çıkarmak istediler.
“DP için; ‘Ben gidersem onlar da gidecek’ demişti”
“İstanbul’daki son ziyaretinde yanında bulunmuştum. Küçük politikacıların yurdu karıştırmak için çevirdikleri fırıldaklardan son derece elem duyuyordu. Açıkça ifade etmişti ki: ‘Ben Sultan Eyyüb Hazretlerini ziyarete geldim. Fakat bahane arayanlara âlet olmamak, fitneyi tahrik etmemek için yanına varamıyorum. O koca sultan beni mazur görür.’ demiş ve kaldığı Piyerloti Otelinden geriye dönmüştü.
“Kader, 1960 ihtilâline cevaz vermişti. İzah olunmaz bir gaflete düşen o günkü iktidarın dahiliye vekili, o muhteşem zatın Hacı Bayram ziyaretine izin vermemişti. D.P. esasen bir bakıma gurur verdiği bazı idraksizliklerin kurbanı idi. Bana sorarsanız, Üstad Said Nur; Sözler mecmuasının sonunda ‘EDDAİ’ isimli manzum ve mahzun sözleriyle, ölümünü çok önceden haber verdiği gibi, D.P.’nin elim sonunu da çok evvelden görmüştü. Menderes ve Tevfik İleri gibi hamiyetperver ve vatanperverleri ikaz ve kurtarmak için çok gayret etmişti. Fakat onları sürüklendikleri çaresizlikten kurtaramadı. Hattâ diyebilirz ki; onların ve memleketin uğrayacağı büyük felâketi görmemek için Rabbinden ruhunu kabzetmesini diledi. Esasen vefatından önce, ‘Beni anlayamadılar, bana dayanıyorlar, ben gidersem onlar da gidecekler’ diyerek üzüntü ve esefle duygularını ifade eylemişti.
“Düşünürüm ki, o hayatta olsa idi, 1960 darbesi zor yapılırdı. Belki de fiilen mukabeleye mecbur kalırdı. O kadar mert ve büyüktü ki, dostum diye baktığı kimselere öyle kötü muameleler yapılmasına tahammül edemezdi.
“Yurdun bu fitne içinde perîşan olmasını istemezdi. Vefatından önce acı acı:
‘Ben bütün ömrümde acı çektim, zulüm gördüm, hepsini sineme çektim. Dinimi, mukaddesatımı politikaya ve politikacıya âlet ettirmedim. Semavî, İlâhî Nurları, mücevherleri yerdeki fani cam parçacıkları hükmünde cereyanlara, siyasetlere âlet ve tabi kılmadım; Onu, ayağa düşürmedim. Âhir hayatımda, kabir kapısında, beni desiselerle politika çamuruna bulamak istiyorlar, yazık.’ demişti.
“Onun eserleri İslâm dünyasında tek kaynak olacak”
“Bunlara müsaade etmedi. İzzetle yaşamıştı, şerefle öldü. Belki milletinin felâketini önlemek için ruhunu feda etti. Bilmem kardeşlerimiz ne derler. Bu benim şahsî kanaatim ve duygumdur.
“Onu anlatmak, bizim gücümüzün ve tahsis olunan sayfaların yetmeyeceği bir iştir. Hayatının ve eserlerinin her sahife ve satırı, ciltlerce eserlere kaynak olacak o zat için ne söyleyebilirim? Sözümü bitirirken, yine rahmetli, namlı âlimlerimizden Ömer Nasuhi Bilmen Hocamızın, Bediüzzaman Hazretlerinin eserleri için söylediği şu sözü zikretmek isterim: ‘Onun eserleri, ileride İslâm dünyasında tek me’haz olacak değerdedir.’ demişti. Birçok hakikata gururunu feda eden âlimin de, esasen kanaatı bu merkezdedir.
“Allah ona rahmet etsin, emanetini kesin zafere ulaştırsın, dilerim.”
(Necmettin Şahiner’in ‘Son Şahitler’ kitabının, dördüncü cildinden derlenmiştir…)