Hubab
Kur’an-ı Hakîm’in ummanından
خُدَاىِ پُرْ كَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْ رَا مٖى خَرَدْ اَزْ تُو بَرَاىِ تُو نِگَهْ دَارَدْ بَهَاىِ بٖى گِرَانْ دَادَه
Said Nursî
İ’lem eyyühe’l-aziz! Sâni’in vahdetine en sadık şahitlerden birincisi: Cüz’î ve küllî eşyalarda görünen vahdetlerdir. Çünkü herhangi bir şey zerreden âleme kadar vahdet ile muttasıf ve alâkadardır. Öyle ise Sâni’de de vahdet var. Öyle ise Sâni’ ehaddir.
İkincisi: Her şeyde kabiliyetinin liyakatine göre bir kemal-i itkan vardır. En âdi, küçük, nebatî ve hayvanî bir şeyde kör gözler bile gördükleri öyle bir antika eser-i sanat vardır ki insanları hayrette bırakır.
Üçüncüsü: Her şeyin icad ve inşasındaki suhulettir. Gözle görünen sanattaki suhulet; ispata, delile muhtaç değildir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Küre-i arz mağazasından me’kûlat ve meşrubat ve libas ve sair ihtiyaçlarınızı temin ediyorsunuz. Parasız aldığınız bu malları İlahî hazineden almayıp birer birer esbaba yaptıracak olursanız, acaba bir nar tanesini ne kadar zamanlarda elde edip ne kadar pahalı alacaksınız? Çünkü o nar, bütün eşya ile alâkadardır. Az bir zamanda, az bir kıymetle husule gelmesi imkân haricidir. Ve aynı zamanda ondaki ziynet, intizam, sanat, rayiha, tat ve koku gibi latîf şeylerden anlaşılıyor ki o nar tanesi öyle bir Sâni’in masnuudur ki icadında külfet ve mübaşeret yoktur.
Mesele böyle olduğu halde, haşeratın zevk ve heveslerini tatmin için her bir noktasında bin türlü i’caz nükteleri bulunan o küre-i arz mağazasındaki eşyanın Sâni’i ya şuursuz, hissiz, iradesiz, ilimsiz, ihtiyarsız, kemalsizdir ki bu kadar bol zîkıymet antika eşyayı parasız dağıtıyor. Bu bâtıl ihtimal, ispata muhtaç olmayan bedihî bir hakikattir. Veya o hazine sahibi o hazineyi âhirete gitmek üzere gelip muvakkaten kalan insanlara İlahî ve Rahmanî bir sofra olarak yaratmıştır. O hazine-i gaybda eşyanın icadı “Kün” emri ile bağlıdır. Ve bütün eşyanın melekûtiyetleri santral gibi Hakîm, Kadîr, Mürîd, Alîm bir Vâcibü’l-vücud’un yed-i kudretindedir.
Maahâzâ o İlahî sofradaki eşya yalnız insan ve hayvanların lezzet ve zevklerini tatmin için değildir. Her bir ferd-i müstehlikte zevi’l-hayata ait cüz’î faydalardan başka esma-i İlahiyenin tecelliyatına ve faaliyetteki esrar ve şuunatına ait gayr-ı mütenahî hikmetler, gayeler vardır. Öyle ise bu ziyafet-i âmme ve bu feyz-i âmmın bir kör kuvvetten neş’et etmesi ve bu eşyanın semeratı sel gibi akıp ittifakı ve tesadüfün eline havalesi muhaldir.
Çünkü o eşyanın intizamlı, hakîmane teşahhusatı ve şuurkârane, muhkem hususiyatı kör tesadüf ve ittifakı reddediyor. Öyle de o sofra-i rahmetteki ucuzluk ve kolaylık ve çokluk o eşyanın bir Cevvad-ı Mutlak’tan, bir Hakîm-i Mutlak’tan, bir Kadîr-i Mutlak’tan geldiğini gösteren şahitlerdir.
İ’lem ey esbaba müptela insan! Bil ki sebebin halkı ve sebebiyetinin takdiri ve müsebbebin vücuduna lâzım olan şeylerle teçhizi, kudretine nisbetle zerreler ve şemsler müsavi olan zatın “Kün” emriyle müsebbebi halk etmesinden daha kolay daha ekmel daha a’lâ değildir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyada görülen bilhassa nebatî ve hayvanî hayatlarda müşahede edilen ademler, idamlar; tebeddül ve teceddüd-ü emsalden ibarettir. İmanlı olan kimselere göre zeval ve firakın acısı değil, yerlerine gelen emsalleriyle visalin lezzeti hasıl oluyor.
Öyle ise imana gel ki elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki selâmette kalasın.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkeb bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye ise nur-u imandan in’ikas edip dalgalanan bir ziyadır.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupa mukallidleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye maruzdurlar. Çünkü nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlup olur ki bîtarafane muhakeme denilen münsifane münazarada nefs-i emmareye emniyet edilemez.
Çünkü insaflı bir münazır, hayalî bir münazara sahasında, ara sıra hasmının libasını giyer, ona bir dâva vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla, dimağında bir tenkit lekesinin husule geleceğinden zarar verir. Lâkin niyeti hâlis olursa ve kuvvetine güvenirse zararı yoktur. Böyle bir vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru ve istiğfar ile o lekeyi izale edebilir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu küre-i arz misafirhanesi, insanların mülk ve malı değildir. Ancak insanlar, amele gibi o misafirhanenin çeşit çeşit işlerinde ve tezyinatında çalışırlar. Eğer küre-i arzın haricinden yabancı birisi gelip misafirhanenin bir mu’cize ve hârika olduğuna ve insanların da âciz, fakir, muhtaç olduklarına dikkat ederse bu insanlar bu binaya sahip ve sâni’ olacak bir iktidarda değildir ancak böyle hârika bir masnuun sâni’i de mu’ciz-nüma olduğuna kat’iyetle hükmedecektir. Ve bu insanlar, o Sultan-ı Ezelî’nin makasıdına çalışan amelelerdir. Bu ameleler, aldıkları ücretlerinden maada bu binadan bir şeye mâlik ve sahip olmadıklarına tekraren hükmedecektir.
Ve keza o çiçeklerin zevi’l-hayata karşı gösterdiği teveddüdlerine ve tahabbüblerine ve tebessümlerine dikkat eden anlar ki bir Hakîm-i Kerîm tarafından misafirlerine hizmetle muvazzaf birtakım hedâyâ ve behâyâdır ki Sâni’ ile masnû arasında bir vesile-i tearüf ve tahabbüb olsun.
Kaynak: Risale-i Nur