SAİD NURSİ’NİN SON DERSİ
Üstad, vefatından kısa bir süre önce talebelerine son bir dersi not alarak yazdırmıştı. Bu son dersteki bazı bölümler şöyleydi: “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir, menfi hareket değildir. Vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayisi muhafazayı netice veren mesbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya sabırla, şükürle mükellefiz. Mesela, kendimi misal alarak derim: “Ben eskiden tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim, hayatımda tahakkümü kaldırmadığım bir çok hadiselerle sabit olmuş.. Fakat bu otuz senedir, müspet hareket etmek, menfi hareket etmemek, vazife-i ilahiyeye karışmamak hakikati için bana karşı yapılan muamelelere sabirlı, rıza ile mukabele ettim. Cercis (AS) gibi, Bedir ve Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi sabır ve rıza ile karşıladım. Çünkü asıl mesele, bu zamanın cihadı-ı manevisidir, manevi tahribata karşı sed çekmektir.” “…Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz. Ben de Celaleddin-i Harzemşah gibi ‘Benim vazifem hizmet-i imaniyedir, muvaffak etmek-etmemek Cenab-ı Hakkın Vazifesidir’ deyip, ihlasla hereket etmeyi Kur’an’dan ders almışım.
Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki yakında öleceğim veyahut konuşmaktan (..) men edileceğim, Onun için benim Nur ahiret kardeşlerim, ehven’şşer deyip bazı biçare yanlışçıların hatalarına hücüm etmesinler. Daima müspet hareket etsinler. Menfi hareket vazifemiz değil. Çünkü dahilde hareket menfice olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekardır; ehven’ş-şer olarak bakınız. Daha azam’ş-şerden kurtulmak için onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun. Hem dahildeki cihad-ı manevi, manevi tahribata karşı çalışmaktır ki; maddi değil, manevi hizmetler lazımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiç hakları yok.. (Emirdağ Lahikası / Sözler Yayınevi)
Doğu’yu ve Batı’yı kendine hürmetkar kılan dehâ: BediUzzaman
Talebelerinden Mehmet Kırkıncı’nın dilinden
Bir güneş doğdu… Asrı ve gelecek asırları nuruyla ışıklandıracak bir güneş… Dünyanın çevresini sarmış olan zulüm ve küfrün karını ve buzunu eriten bir güneş… Nurs köyünün yalçın, geçit vermez sert ve yüksek kayaları arasında doğan bu güneş insanların şuuristana dönmüş kalplerini cennet bahçelerine çevirdi. İlim ve marifette, hikmet ve felsefede, tecdid ve mücahedede, irşad ve ikaz sahasında yeni bir çığır açtı. Kur’an-ı Azimüşşan’ın bitmez tükenmez hazinesinden istihraç (çıkarımda bulunmak) ettiği kudsi hakikatlerden insanların istifadelerine Risale-i Nur gibi bir irfan hazinesi sundu. Bir çağın müessisi (kurucusu) oldu.
KENDİNİ KABUL ETTİRDİ
Davasının yüceliği, hamiyetinin yüksekliği, fikrinin keskinliği, ilminin derinliği, sarsılmaz dayanma gücü, tariflere sığmaz çalışma ve gayreti ile çağa adını nakşettirdi. Dost ve düşmanlıklarına yetkinliğini tasdik ve kabul ettirdi. Ruhundaki ulvi vecd, beyanındaki coşkunluk, fikirlerindeki kudsiyet yeni bir devir doğurdu. Ruhunda yaşanan meşale, vicdanında doğan ilahi cezbe (çekim gücü) asrı çalkaladı. Karanlıkta olanları aydınlattı.
ÇAĞIN BİLGİ VE DÜŞÜNCE KAŞİFİ
Selim kalpleri nurlandırdı. Çağın bilgi ve düşünce kaşifi olarak bütün dünyayı aydınlattı. Nefsi, ruhi, vicdani, ailevi, içtimai, siyasi hayatımız her yönüyle aydınlatacak yüksek esasları, yüksek prensipleri içinde barındıran hakikat manzumesini yazdı. Kur’an’ın zebercedli, elmaslı, yakutlu sur ve sütunlarından yeni yeni marifet ufuklarını keşfetti. Açtığı bu sınırsız ufuk ve eşi benzeri görülmemiş burçlardan yıldız gibi yüce hakikatler, delil ve hüccetler doğdu. Bunlardan çıkıp boy veren lemalar, şualar, katre ve reşhalar ile Rabbani sırlara iştiyak gösteren insanların vicdanlarını ışıklandırdı. Sinelerini ısındırdı, simalarını güldürdü. Barla kürsüsünden, Çam Dağı’ndan öyle bir saba rüzgarı esti ki, ruhlara ilaç oldu, gönülleri zevk ve sevince boğdu. Bu öylesine aheste, öylesine hoş bir seher yeliydi ki kalplere hidayet ve sevinç, idraklere ilim ve marifet, vicdanlara insaf ve basiret getirdi. Fikirlere cinayetler, şetaretler, tazelikler tecelli etmesine vesile oldu. Bu nazenin marifetleri kendine çeken gönüllerden o despot cahilliğin izlerini söküp çıkardı. Evet o burç ve ufuklardan saflaşmış, hayatta memlu’ (dolu), latif bir rüzgar esti de kişilere gaye ve dava, topluluklara hedef ve aksiyon saçtı. Sanki yeni bir kuvvet üfledi. Dağları ve tepeleri harekete, Anadolu’yu ve anavatanı heyecanla vecde getirdi ve hararetle söyletti.
ANADOLU’YU KÜRSÜ EDİNDİ
Evet o zat, dünya sarayının Anadolu kürsüsünde Rahmani ve fikri bir nutuk okudu. O nutkun aslı ve kökü ne doğuda, ne batıda, ne içeride, ne dışarıdadır. Doğrudan doğruya Kur’an’a bağlıdır. Bu nutkun sesi Avrupa, Amerika ve Asya’da, hasılı dört kıtayı titreşimlere salıp insanlık semasında çınladı. Nutkun mahiyeti ve nutku okuyanın maksadı ise, her zerre ve mürekkebatı bir teyp gibi dile getirerek iki cihanın efendisi Hazreti Muhammed Aleyhisselatu Vesselamın davasını ilan ve ispat idi. Elhasıl, Doğu’yu ve Batı’yı kendisine hürmetkar kılan böyle bir deha bizler için Rabbani bir ihsan ve zafer şimşeğidir.
Mehmet Kutlular: ‘Kürt sorununun çözümü Üstad’da’
Üstad’ı değerli kılan nedir?
Üstad çok yönlü bir insan. Her meselede fikrini beyan etmiş. Bu fikirler herkes tarafından kabul görüyor.
Üstad’ın demokrasi ve cumhuriyete bakışı size göre nasıldı?
Üstad Hazretleri demokrat ve bunu fikren kabul ediyor. “Meşrûtiyet-i meşrûa” diyor ona. 2. Meşrûtiyet ilân edildiği zaman, ona İslâm namına sahip çıkıyor ve alkışlıyor. Kim böyle değildir, derse bunun böyle olduğunu “Dört hak mezhebe göre ispata hazırım” diyor. Üstad Osmanlıları kötüleyip dışlamıyor. “1000 sene İslâmiyete hizmet etmiş, bayraktarlık yapmış” diyor. Sultan Abdulhamid, 1. ve 2. Meşrûtiyeti ilân ediyor. 1. Meşrûtiyet’te devlet zaafa uğramıştı. Onu çeşitli sebeplerden ötürü lağvediyor. Üstad 2. Meşrûtiyet’te ısrar ediyor, “Sen bunu kabul et. Bu millet sana kefildir” diye. Daha sonra Dünya Savaşı kopunca uygulamaya tam olarak geçemiyor. Üstad, Cumhuriyeti de destekliyor. Ankara’ya çağrılıyor, oraya gidiyor. Yurdun dört bir tarafı işgal altında. Millî mücadele devam etmekte. Üstad, yapılan Kurtuluş Mücadelesini destekliyor. Destekliyor, ama onun beklediği netice çıkmıyor. Meclis açılıyor, ama bir süre sonra tek parti dönemi başlıyor. 27 sene sürüyor. Bir baskı rejimi kuruluyor. Demokratikleşme zaten yok. Üstad, bu baskıcı rejimi bakın ne güzel özetliyor: “İstibdad-ı mutlaka cumhuriyet ismini vermişsiniz, cebr-i keyf-i küfrîye kanun ismini takmışsınız, irtidad-ı mutlâkı rejim altına almışsınız, sefahat-i mutlakaya da medeniyet ismini vermişsiniz. Ben böyle cumhuriyetçi değilim” Bundan daha güzel bir tarif olur mu? Bugün hâlâ millî irade hakimiyeti yok.
Temel sıkıntı bu mu?
Sıkıntımız şu; birincisi istibdat ve baskı üzerine kurulan bir rejim ve ikincisi ırkçılık. Bizim Kürt diye bir meselemiz yok. Neden? Çünkü 1000 seneden beri beraberiz. Zira Osmanlı çok dinli, çok ırklı ve çok mezhepliydi. Dinimiz evrensel bir dindir. Bir ırkın dini değil ki… İşte Üstad Hazretleri bu yüzden Meşrûtiyete, hürriyete, cumhuriyete sahip çıkmış, ırkçılığın karşısında yer almış. Ortada Şeyh Said hadisesi var, ama orada soruyor: “Kimi kime çarpıştıracaksın?” diyor. Kürtçülük de Türtçülük de yanlış. Bunlar birbirini tahrik ediyor. Üstad bizi birleştiren ögenin din olduğunu, mü’minse zaten kardeşimiz, mü’min değilse vatandaşımız, gayrimüslimse ‘ehl-i kitaptır ve tebamızdır’ der. Neticede Üstad çıkış yollarını göstermiş.
Şimdi son olarak, Üstad’dan bir kez daha helallik isteyeceğiz:
‘Bir kabri kendisine çok gören ülkesine, binlerce münevver insan armağan eden, imanların kurtuluşuna çalışan Üstad. Bize hakkını helal et!’
Kaynak: Yeni Şafak
Bekir Berk