ÜSTAD ERZURUM’DA
Mehmed Kırkıncı Hocaefendi anlatıyor; “1946 yılının Mart ayında bir gün Hacı Faruk Efendi‘nin ziyaretine 40-45 yaşlarında bir misafir geldi. Hocamın elini öptükten sonra:
“Ben Isparta’dan geliyorum, Bediüzzaman Hazretleri’nin sana selâmı var.” dedi. Hocam da hürmeten hemen ayağa kalktı ve selamı aldı. Hoş geldin faslından sonra misafire Bediüzzaman’ın hâl ve sıhhatinin nasıl olduğunu ve gözaltında olup olmadığını sual etti. Misafir gittikten sonra Hocam’a:
“Hocam, siz Bediüzzaman Hazretleri’ni tanıyor musun?” diye sordum.
“Ben Erzurum’da Bediüzzaman’a otuz beş gün hizmet etmişimdir.” dedi ve şunları anlattı: “Cihan Harbi’nden evvel Erzurum’a geldi. O zamanlar Bediüzzaman’a Molla Said-i Meşhur diyorlardı. Bu zat, Van Valisi Tahir Paşa’ya:
“Ben Dersaâdet’e gidip Padişaha Şark’ın bir Darü’l Fünun’a ihtiyacı var.” diyeceğim. Bu Darü’l Fünun için tahsisat alacağım” demiş.
Tahir Paşa da “İstanbul’a gitmeden önce Erzurum’a git, Erzurum uleması ile görüş, onların da fikirlerini al. Orada Yetim Hoca namıyla maruf meşhur bir zat var. Benim Hoca’mdır. Ona bir mektup yazayım seni misafir etsin ve ulema ile görüşmene vesile olsun. Ben gençliğimde kendisinden bir süre ilim tahsil etmiştim.” demiş.
Bediüzzaman Erzurum’da Yetim Hoca’nın Havuzlu Han’daki medresesine gelmiş.” Yıllar sonra bu ihtişamlı gelişi Sakıp Efendi şöyle anlattı.
“Sabahın erken saatlerinde ders okuyorduk. Birden kapı açıldı. İçeriye elinde ince bir bastonla bir zat girdi. Deri ceketli, çizmeli, Pakistan papaklı, heybetli ve genç bir zattı. Yetim Hoca’ya bir mektup verdi. Hoca mektubu okudu ve “Sen o Said Efendi misin?” dedi. hâl hatır faslından sonra, talebelerinden birini yanına çağırarak:
“Sen bu zatı Kurşunlu Müderrisi Süleyman Efendi’ye götür. Orada daha rahat eder.” dedi.”
Bundan sonrasını Hacı Faruk Efendi de şöyle anlattı:
“Medresede ders okunurken Bediüzzaman Hazretleri içeri girmiş. Yetim Hoca’nın gönderdiği talebe Bediüzzaman’ı Süleyman Efendi’ye tanıtmış. Süleyman Efendi de hürmeten ayağa kalkarak:
“Molla Said-i Meşhur denilen genç sen misin?” demiş. Sonra Faruk Efendi’ye dönerek:
“Faruk! Sen beyzadesin, Said Efendi’yi en iyi sen ağırlarsın. O, senin medresende misafir kalsın.” demiş. Hoca’m da:
“Baş üstüne.” diyerek kabul etmiş.
Hoca’m o zamanları şöyle anlatırdı:
“Üç dört günde bir çamaşırını yıkardım. Sabah erkenden kahvaltısını yapar, akabinde pişirdiğim kahvesini içtikten sonra Kur’an okur ve kitap mütalaa ederdi. Ben O’nun en çok Kur’an okumasına meftun olurdum. O güzel sesiyle öyle bir Kur’an okuyuşu vardı ki, iliklerime işlerdi.
Bahar ayları olduğu için Erzurum’un bütün çarşı ve yolları çamurdu. Biz çeşmeye gidip gelinceye kadar üstümüz başımız çamur olur, Molla Said’in o kadar gezmesine rağmen bırakın elbisesini çizmelerinde bile bir tek çamur lekesi olmaz, tertemiz pırıl pırıl dururdu.
Her akşam şehrin ileri gelen ağalarının evinde ziyafet verilir ve ardından da sohbet edilirdi. Bu sohbetler de ekseriya Bediüzzaman Hazretleri Erzurum ulemasına Avrupa’nın ilim ve teknikte ilerlediğini, bizim ise sadece dinî ilimleri okumakla yetindiğimizi, bu yüzden Avrupa’ya yetişemeyeceğimizi anlatırdı. Dinî ilimlerin yanı sıra dünyevi ilimleri de okumak gerektiğini tavsiye ederdi. Şarkta kurulacak bir darü’l-fünuna bütün İslam ülkelerinden talebeler geleceğini, böylece İslam Birliğinin temelinin atılmış olacağını anlatırdı. Bize de sadece ulum-u nakliye ile değil, ulum-u akliye ile de meşgul olmamızı söylerdi. Sadece nakli ilimle meşgul bazı hocaların, ilmin ve fennin kabul ettiği birtakım hakikatlere karşı çıktıklarını, bunun da İslam’a zarar verdiğini söylerdi. Bazı safdil medrese ehlinin hâlâ dünyanın sabit ve düz olduğunu iddia etmelerini üzülerek anlatır, bu ve benzeri yanlışlıklara düşülmemesi için medreselerde dinî ilimler yanında fennî ilimlerin de okutulması gerektiğini tekrarlardı.
Bazı medrese ehlinin ayet ve hadislerde geçen mecazi manaları hakikat telakki ederek din düşmanlarının İslam’a saldırmalarına zemin hazırladıklarını söylerdi.
Bir defasında yine bu manayı anlatırken, “Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşerse, hakikat telakki edilir ve hurafata kapı açar.” buyurmuştu. O’nun bu sözünü hayretle karşıladık ve doğrusu bu gencin fikirleri ve sohbetleri bizde derin izler bıraktı. O’nu takdir etmekten kendimizi alamadık.
Daha sonra ben Risale-i Nur Külliyatından Muhakemat’ı mütalaa ederken Üstad’ın bu meselelere şöylece temas ettiğini gördüm ve meselenin ne kadar ciddi ve önemli olduğunu anladım. “Maatteessüf benim ile şu zamanın kıtasında iştirak eden cümlesi; eğer çendan, sureten 13. asrın evladıdırlar. Fakat fikir ve terakki cihetiyle kurun-u vustanın yadigârıdırlar. Hatta bu zamanın çok bediiyyatı onlarca mevhumat sayılır.”
Hoca’m Faruk Efendi, Üstadın bu fikirlerinden etkilerenek fennî ilimler tahsil etmeye başladığını, hatta diploma alarak harf inkılabına kadar lisede o günkü adı ile idadide muallimlik yaptığını anlattıktan sonra şöyle dedi:
“Bediüzzaman ekser Cuma namazlarını Esat Paşa Cami’inde kılardı. Her gün ikindi namazına Gürcükapı Camiine giderlerdi. Eğer o, caminin sağ tarafına oturursa cemaat sağa döner, sol tarafa oturursa cemaat sola döner, onu seyrederdi. Her şeyi garip ve bedi’ idi. Giyinmesi, yüzü, boyu, sesi, kısaca her şeyi garipti. Erzurum’da üstadı tanıyanlar onun gittiği camiye giderlerdi. Akşamları sohbete gittiği ev tıklım tıklım dolardı. İkindiden sonra Kurşunlu Camiinde oranın müderrisi Süleyman Efendi’nin verdiği tefsir derslerini kemali sükûtla dinledi.
Daha sonra bütün ulemanın ve de Erzurum halkının katıldığı büyük bir merasimle Bayburt’a uğurlandı. Oradan da Erzincan ve Trabzon üzerinden İstanbul’a gitti. Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a gidince Ahmet Ramiz adında bir gazeteci “Şarkın yalçın kayalıklarından bir ateşpare-i zekâ İstanbul afakında tülû etti. Başlıklı bir yazı yazarak, Bediüzzaman’ın İstanbul’a teşrifini haber verdi.” (M. Kırkıncı, Hayatım, Hatıralarım, s: 27-31)
Hacı Faruk Tivnikli Hocaefendi anlatıyor; “Bediüzzaman, başındaki kalpağından, belindeki gümüş hançerine ve ayağındaki çizmesine kadar o bedi’ kıyafetiyle herkesin nazar-ı dikkatini çekerdi. Bakışları celalliydi. Gözlerinden zekâ fışkırırdı. Sür’atli, fakat ahenkli konuşurdu. Sohbetleri fevkalâde te’sirliydi. Nezahete, temizliğe son derece dikkat ederdi. Nazarı engin ve siması daima mütebessimdi.
Eserlerinde ise, zengin bir mantık, yüksek bir ilim ve fikir dokusu vardı. Mantık hususunda te’lif ettiği “Kızıl Î’caz” isimli eser şark ulemâsının fevkalâde takdir ve teveccühünü celbetmişti. O’nun beni meftun eden üstün meziyetlerinden birisi de Hak yolunda her türlü meşru zevkini, hatta istirahatını severek feda etmesiydi.
O, sohbetlerinde bu asrın hastalık ve ızdıraplarını hakkıyla teşhis ederdi. O’nun bu mümtaz meziyetleriyle, istikbalin manevî bir hekimi olacağını tâ o zamanlar hissetmiştim. Daha sonra yaptığı hizmetler ve yazdığı eserler bu kanaatimi tescil etti.”
Hizmetinde bulunduğum müddet içerisinde pek az uyuduğuna şahid oldum. Çokça Kur’an okur ve kitap mütalâa ederdi. Kur’an’a o derece meftun idi ki, O’nunla meşgul ola ola aklı, fikri, kalbi ve bütün hissiyatı O’nun nuruyla âdeta meczolunmuştu. Vüs’atli ve parlak bir hayale sahipti. Ateşin bir zekâ ve derûnî bir vicdana mâlikti. Fıtratındaki füyuzat, öyle bir derecedeydi ki, iki-üç saatte bir risale yazabilme kaabiliyetindeydi.”(M. Kırkıncı, Bediüzzaman’ı Nasıl Tanıdım?)
* Solakzâde Sadık Efendi de Bediüzzaman Hazretlerinin hayranlarındandı. Üstad’dan sık sık bahseder ve şöyle derdi:
“O, nadirü’l-vücüd bir insandı. Muhakkik ve müdakkik idi Erzurum’da kaldığı müddetçe birçok sohbetlerinde bulundum. Doğrusu, ilmin ve irfanın zirvesinde bir zat idi. Âl-i himmetdi. Ruhunda büyük bir cihad aşkı vardı. Onda bu memleketin terakkisine mani bütün engelleri aşacak bir istidat görünüyordu. Görülmemiş bir celâdet, büyük bir cesaret, sarsılmaz bir gayret, yılmaz bir azm ve müstesna bir irade sahibiydi. Biz O’nu sadece bir medrese hocası olarak değil, aynı zamanda bir içtimaiyatçı olarak da tanıdık. Memleket ve milletin terakki ve tealisi hakkında fevkalade fikirler serdederdi. Ulûm-u diniyyede olduğu gibi fünün-u medeniyyede de çok geniş malûmat sahibiydi. Medreselerde fen ilimlerinin okutulmasının vücub derecesinde bir zaruret olduğunu söylerdi. Tedris sisteminde bir tecdid hareketi düşünmekteydi. Bu hususu padişahla görüşmek için İstanbul’a gideceğinden bahsederdi.” (M. Kırkıncı, Bediüzzaman’ı Nasıl Tanıdım?)