Lâsiyyemalar
(Onuncu Söz’ün bir cihette esası ve Yirmi Sekizinci Söz’ün Arabî ikinci makamıdır.)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
Kesret ve mebzuliyet ile beraber her ferdin sanat itibarıyla kıymettar olması, sonsuz bir zenginlikle gayr-ı mütenahî hazinelere mâlik olan zata mahsustur.
Efradın ziyadesiyle karışık olmasıyla beraber iltibassız ve fevkalâde imtiyaz ve teşahhuslara mazhar olmaları, her şeye basîr ve her şeye şehîd ve her bir fiili kendisini diğer bir fiilden men’etmeyen zata mahsustur.
Ve keza arzda dağınık bulunan efrad arasındaki uzaklıkla beraber suretçe, vücudca, teşkilatça aralarında husule gelen tevafuk; küre-i arz yed-i tasarrufunda, ilminde, hükmünde, hikmetinde bulunan zata mahsustur.
Ve keza nev’in kesret-i efradıyla beraber her ferdin hârikulâde bir hüsn-ü hilkate mâlik olması, Kadîr-i Mutlak’a hastır ki az çok, küçük ve büyük her şey ona nisbeten birdir.
Geçen fıkraların her birisinde, her şeyin tek bir Sâni’in sun’u ve sanatı olduğuna delâlet eden başka bir âyet daha vardır. Evet, sehavet ile kuvve-i iktisadiye arasında ve sürat ile mizanlı olmak arasında ve ucuzlukla kıymetli olmak arasında ve karışık olmakla mümtaz bulunmak arasında tezat vardır. Bu zıtları bir fiilinde cem etmek ancak kudreti hadsiz bir Sâni’-i Kadîr’e mahsustur.
Hülâsa: Her bir fıkra, tek başına hâtem-i ehadiyeti izhara kâfi olduğu takdirde, fıkraların heyet-i içtimaiyesi pek zahir bir tarîk-i evlâ ile hâtem-i ehadiyeti gösterir. İşte bu izahtan وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُ âyet-i kerîmesinin sırrı zahir oldu. Yani o inatlı münkire “Hâlık-ı semavat ve arz kimdir?” diye sorulduğu zaman çâr ü nâçâr “Allah’tır.” diyecektir.
Arkadaş! Uluhiyet, risalet, âhiret, kâinat arasında hakikatte telazum vardır. Yani bunlardan birisinin vücud ve sübutu, ötekisinin de vücud ve sübutunu istilzam eder. Birisine iman, ötekisine de imanı icab ettirir.
Evet mesela, her bir kelimesi bir kitabı ve her bir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, kâtipsiz vücudu mümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelî’nin vücub-u vücuduna bağlıdır. Sarhoş olmayanlar ancak Nakkaş-ı Ezelî’ye iman etmekle kitab-ı kâinata şahit olabilirler.
Ve keza pek çok sanat hârikalarına ve nakış ve ziynetlerin garaibine müştemil olan bir binanın bâni ve sâni’siz vücudu mümkün olmadığı gibi bu âlemin vücudu da Sâni’in vücuduna tabidir. Dalalet sarhoşluğuyla sarhoş olmayanlar, onu bunsuz tasdik edemezler.
Ve keza deniz ve nehirlerin yüzünde, şemsin aksini gösteren kabarcıklardaki güneşin parıltısı, şemsin vücudunu inkâr etmekle mümkün olmadığı gibi aklı bozuk olmayanlar için kemal-i intizam ile tahavvül ve teceddüd eden şu kâinatın şuhudu, Bâni ve Sâni’in vücub-u vücudunun tasdikiyle olabilir. Çünkü şu muhteşem kâinatı, meşiet ve hikmetiyle tesis ve kaza ve kaderinin düsturlarıyla tafsil ve âdetinin kanunlarıyla tanzim ve inayet ve rahmetinin namuslarıyla tezyin ve esma ve sıfâtının cilveleriyle tenvir eden ancak ve ancak Bâni ve Sâni’dir. Evet, Hâlık-ı Vâhid kabul edilmediği takdirde, kâinatın zerrat ve mürekkebatı adedince sonsuz ilahların kabulüne mecburiyet hasıl olur. Ve aynı zamanda, her bir ilahın şu kâinatı halk etmeye kādir olması lâzımdır. Çünkü zîhayatın her bir cüz’îsi, zevi’l-hayatın küllüne yani umumuna bir fihristedir. Cüz’îyi halk eden, küllîyi de halk etmeye kādir olmalıdır.
Ve keza ziyasız güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi uluhiyet de tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise irsal-i rusül ile olur. Ve keza hadd-i kemale bâliğ olan en yüksek bir cemalin bilinmesi, görünmesi, gösterilmesi için resullerin tarifi lâzımdır.
Ve keza kemal-i cemale bâliğ olan kemal-i hüsn-ü sanat, resullerin delâletiyle olur.
Ve keza rububiyet-i âmme, ubudiyet-i külliye ister. Bu da zülcenaheyn resullerin vahdet-i İlahiyeyi halka ilan etmeleri ile mümkün olur.
Ve keza bir hüsün sahibinin isteği olmasa ve bir âyine bulunmasa ve tarif edici bir şahıs tavassut etmezse onun hüsnünün görünmesi, gösterilmesi mümkün değildir. Bu da ancak resuller vasıtasıyla olur. Çünkü resul, ubudiyetiyle Hâlık’ın hüsnüne âyinedir; risaleti cihetiyle de halka izhar ve ilan eder.
Ve keza bir zatın cevahirle, zîkıymet eşya ile dolu hazinelerini açıp halka göstermek ve arz etmekle o zatın kudretini, zenginliğini, saltanatını ilan etmek için ancak o zatın müsaadesiyle ve iradesiyle emir ve tayin edilmiş bir memur lâzımdır. İşte o memur resuldür.
Arkadaş! Bu sıfatları haiz, bu vazifeleri en mükemmel görebilecek Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdan başka âlemde bir şahıs yoktur. En câmi’ en kâmil en fâzıl o zattır. Tam tamına teşhir, tebliğ, tarif, tavsif, izhar, ilan eden o zattır.
Kaynak: Risale-i Nur