Alman filozof Heideggeri’in dil hakkında derin ve manalı bir sözü vardır: “Dil insanın evidir” der. Her millet dilini kendi ihtiyaçlarına, kültür, medeniyet seviyesine, zevkine göre oluşturur. Dil tıpkı bir ev gibi bir milletin duygu, düşünce ve hayatının barınağı, korunağıdır.[1] İnsan, barınak ve korunağını kaybederse hatta bizim gibi kendi eliyle yıkarsa korumasız kalır, zayıflar, yok olur!
Nitekim tarih göstermiştir ki, bir milletin kurmuş olduğu devlet yıkılabilir. Oturduğu vatan elinden alınabilir, fakat eğer dili yaşıyorsa o millet dağılmamıştır, kaybolmamıştır, ayaktadır. Zira dil, fertlerin “milli şuuru” “milli hafızasıdır.” Hafızasını, meşruluğunu kaybetmemiş bir insan evinde çocuklarının arasında da olsa, manen ölmüş demektir. Ferdi yaşatan şuuru olduğu gibi, milleti ayakta tutan da milli şuuru demek olan milli dildir. O yüzden milletin bütünlüğü üzerine titreyenler milli dil üzerine de titrerler. Milli bütünlüğü parçalamak isteyen iç ve dış düşmanlar önce dili yıkmaya kalkışır. Dili parçalamaya çalışırlar.[2] Bir gün Konfüçyüs’e sormuşlar: “Bir milletin bütün idaresi sana bırakılsa önce ne yapardın?” Konfüçyüs şu cevabı verir: “Önce dilini düzeltirim. Dil düzgün olmayınca söylenen söylenmek istenen değildir; o zaman da yapılmak istenen yapılmadan kalır; bu yüzden töreler ve sanatlar geriler; buna nispetle de adalet yoldan çıkar; adalet yoldan çıkınca da halk çaresizlik içinde kalır. İşte bundan dolayıdır ki, söylenmesi gereken başıboş bırakılmaz ve bu her şeyden önemlidir.”[3] Bir dil bozulmuşsa zincirleme olarak komple devlette ve toplumda adaleti yıkabilir.
Malcolm X, Amerika’da verdiği konferansta siyahilerin sömürülme aşamasını anlatırken üç çeşit insandan bahseder: Esir sahibi, esir taciri ve esir edici. Esir sahibi ve esir tacirinin görülüp tanınabileceğini söyler ama esir edicinin asla tanınıp görülemeyeceğini söyler. En tehlikelisinin esir edici olduğunu söyler. Esir edicinin insanları nasıl ehilleştirdiğini ve özlerini nasıl unutturduğunu anlatır ve şöyle devam eder: “Esir edici önce dilsiz hale getirmedikçe köle yapamayacağını bilmekteydi. Bir kişiyi de dilsiz hale getirmenin en iyi yolu onun dilini elinden almaktır. Konuşmayan bir insan dilsizdir. Akrabanız olan kişilerle iletişim kuramazsınız. Ailenizden hiçbir haber alamazsınız. O günlerde doğan bir siyah çocuğun doğar doğmaz ailesinden alınmasını öngören kanunlar yapmışlardır. Ana çocuğunu büyütme şansına sahip değil. Çocuk annesinden ayrı bir yerde yetiştirilecek, böylece anne, kendisini, geçmişi ve kültürel mirası konusunda bildiklerini öğretemeyecekti. Siyah çocukla annesi arasında hiçbir ilişki olmayacaktı, kanuna aykırıydı. Eğer köle sahibi, çocuğun anadili hakkında en ufak bir bilgi sahibi olduğunu sezerse çocuk öldürülürdü. Dili söndürmek yok etmek amacındaydılar. Anadilini konuşan bir çocuk görürlerse kellesi uçmuş demekti. Gerekirse çocuk annesinin gözleri önünde öldürülürdü. Bu tarihi gerçektir. Dilinizin nasıl elinizden alındığının hikâyesiydi. Üç yüz yıl bu durumda kaldıktan sonra dilimizin, tarihimizin, ismimizin kalmadığı bir noktaya gelmiştik. Beyaz adam bize Jones, Smith, Johnson, Bunche ve benzerleri gibi kendi kullandığı isimleri vermeye başlamıştı. Kendi dilimizi konuşamıyorduk, çünkü artık bizim bir dilimiz yoktu. Bu noktadan itibaren bize insanların dillerinin olmadığı cangıllardan geldiğimizi öğretmeye başladılar. Bize karşı yapılanların biri de buydu. Bizi, geldiğimiz yerin sakinlerinin cangıldaki vahşiler ve hayvanlar olduğu, konuşmama nedenimizin bir dile sahip olmayışımızın olduğu konusunda inandırdılar. Böylece bir dilimiz olmadığı fikriyle yetiştik.”[4] Malcolm, Amerika’daki siyahileri uyandırmak için yapıyordu bu konuşmayı. Bu durum, insanların dilini elinden almadan köleleştirilemeyeceğinin en açık örneğiydi. Aynı politikayı Ruslar Türkmen ülkelerde uyguladılar.
Rus papazı İlminski, Türk lehçeleri arasındaki farklılıkları çoğaltmaya ve onların ayrı bir dil gibi kullanmasını sağlamaya çalışıyordu. Böylece Türkleri böl ve yönet taktiğine göre daha rahat idare edeceklerdi. İlminski, Türk lehçelerinin her birinin ayrı birer lisan haline alışını görmese de bunu Sovyet Rusya başarmıştı. Bütün Türk dünyası 1928 öncesinde Arap harflerini kullanmaktaydı. İlminski’nin yıllar önce ortaya atmış olduğu fikirler doğrultusunda 1928’de Sovyet Rusya’da yaşayan Türk toplulukları için temelini Kiril alfabesindenalan ve birbirinden farklı olan alfabeler hazırladı. Rus hâkimiyeti altında yaşayan her Türk topluluğu için ayrı lehçe ve alfabe getirilmesi zamanla Türkleri birbirinden kopardı.[5] Komünist ihtilalden önce Asya Türkleri ile Anadolu Türkleri arasında müşterek bir yazı diline doğru gidiliyordu. Komünist Rusya muhtelif Türk şiveleri arasındaki küçük farkları kabartarak Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Azerice diye dil ilmine aykırı beş on dil icat etti. Maksadı Türkler arasındaki birliği parçalamaktı.[6] Böylece dilleri farklılaştırılan Türkler bölündü. Bunun bir örneğini de Faransa Cezayir’de uyguladı. Fransa Cezayir’deki sömürüsünün 100.yıl dönümünde Fransız vali şunları söylüyor: “Bizim, Cezayirlileri Kur’an okudukları Arapça konuştukları müddetçe yenmemiz mümkün değildir. Kur’an’ı aralarından kaldırmamız ve Arapça dilini söküp atmamız gerekir.”[7] Onları Arapçadan uzaklaştırıp orada Fransızcayı aşıladılar. Dilleri bozuldu.
Türkiye’de de Atatürk’ün önderliğinde 1 Kasım 1928’de Harf Devrimi olmuştur. Bunun ağır sonuçları yıllar sonra ortaya çıkacaktı. Sanıldığı gibi Atatürk, Harf Devrimi ve diğer devrim ve inkılapları yapma kararını savaştan sonra almamıştır. Bu çok önceden beri amaçları arasındaydı.
Daha 1907 yılında Mustafa Kemal harf devrimi de dahil yapacağı tüm devrimleri düşünüyordu. Mustafa Kemal Bulgar Türkolog Mavlov’a : “Bir gün gelecek ben hayal sandığınız bütün devrimleri yapacağım. Mensup olduğum ulus bana inanacaktır. Düşlediklerim hiçbir demagoji ürünü değildir. Saltanat yıkılmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı, Halifelik kaldırılarak, laiklik yerleştirilmelidir. Doğu uygarlığından benliğimizi sıyırarak, Batı uygarlığına aktarmalıyız. Kadın ve erkek arasındaki farkları silerek yeni bir toplumsal düzen kurmalıyız. Batı uygarlığına girmemize engel olan yasağı; Arap alfabesini atarak, Latin kökünden bir alfabe seçmeli ve kılık kıyafetimize değin her şeyimizde batılılara uymalıyız. Buna inanınız ki bütün bunların hepsi bir gün olacaktır. Ve bir gün bunların hepsini ben yerleştireceğim.”[8] Atatürk’ün bu devrimleri önceden tasarladığının bir kanıtı da şudur:
Erzurum’da kongreye hazırlık günleriydi. Mustafa Kemal Paşa, kaldığı evindeyken bir gece sırdaşı denilenlerden Mazhar Müfit (Kansu) Erzurum’a geldi. Mustafa Kemal, savaş kazanıldıktan sonra ülkenin yönetiminde uygulayacağı plan ile ilgili olarak Mazhar Müfit’e (Kansu) bir boş defter uzatıp “Ama bu defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin” diyerek şunları yazmasını istedi: Pekâlâ yaz diyerek devam etti:
“Zaferden sonra şekil hükümet Cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha önce de bir sualiniz sebebiyle söylemiştim. Bu bir. İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır.(Padişah ve hanedan üyeleri tasfiye edilecek) Üç: Tesettür kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir. Beş: Latin harfleri kabul edilecek.” Bunlar yazdıran Mustafa Kemal Paşa’ya Kansu, “Darılma amma Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var” şeklinde teki gösterince Paşa: “Bunu zaman tayin eder…Sen yaz.” demiş… Kurtuluştan sonra Devrimler başlayınca Paşa, Kansu’yu Çankaya köşküne çağırıp tatbikatla ilgili olarak sormuş, “Şimdi kaçıncı maddedeyiz? Defterine bak” demiş.[9]
Atatürk’e gazeteciler “halifeliğin kaldırılmasını ve latin harflerin kabulünü” gibi soruları sorunca Atatürk: “Ben size bu meseleleri son senelerde düşündüm desem inanmayınız. Ben ta çocukluğumdan beri bu davaları düşünmüş bir adamım!” demiştir.[10] Bunlardan anladığımız gibi Atatürk bu devrimleri yapmayı çok önceden tasarlamıştı. Bu planları gerçekleştireceği günü bekliyordu. Tek adam olunca bunları tek tek aşamalı olarak yaptı da. Hatta ilerleyen yıllarda ezanı Türkçe okutacaktı. Falih Rıfkı Atay’ın söylediğine göre namaz bile Türkçe kıldırılacaktı. Hatta bunun için zamanın Diyanet İşleri Reisliği Akif’i ikna ederek ondan bir Kur’an meali hazırlamasını isteyecekler. Bin bir emek vererek meali hazırlayan Akif onu Diyanet İşleri’ne teslim etmedi. Ömrünün son yılarında Mısır dönüşü bunun sebebini dostuna açıkladı: “Meal güzel oldu, hatta umduğumdan daha iyi. Fakat onu verirsem namazda okutmaya kalkarlar. Ben o vakit Allah’ın huzuruna çıkamam ve Peygamberin yüzüne bakamam” cevabını verdi.[11] Anlaşılan devrimler birçok şeyi devirmeyi amaçlıyordu. “Deviren, devrilen ve devrilme işlemini” hepimiz bilmeliydik ki esir edicileri tanıyabilelim. Nesillerimizi uyandırabilelim. Onları “esir edicilerin” elinden kurtaralım.
Falih Rıfkı Atay sonradan ÇANKAYA isimli kitabında şunları anlatıyor: “Nihayet Atatürk 1928 yılı Haziran’ında Ankara’da bir komisyon kurulmasını Maarif vekili rahmetli Necati’den istedi. Bu komisyon azaları Maarif vekili müsteşarı Mehmet Emin Erişirgil, Talim ve terbiye dairesi Reisi İhsan Sungu, Ruşen Eşref Ünaydın, Profesör Ragıp Hulusi, Ahmet Cevat Emre, ve İbrahim Grandi idi. Ben memleket dışında bir yolculukta idim. Döner dönmez Dolmabahçe Sarayı’nda ziyaretine gittiğim Atatürk: Hemen Ankaraya git, komisyona katıl ve bu işi çabuk bitiriniz” dedi. Komisyonda ilk görülecek iş, yazı değiştirmek doğru mudur değil midir tartışmasına nihayet verip yeni alfabe harflerini seçmeye başlamaktı.[12] En sonunda 1 Kasım 1928’de kanunla yeni Türk harfleri kabul edildi. Latin harfleri bir anda “Türk harfleri” oluvermişti. Harf devrimi yıkımın en büyük aşamasıydı. Bu tarihten sonra zihinlere istenilen formatı atmak daha da kolaylaşacaktı.
Cemil Meriç’in dediği gibi 3 Kasım 1928’den itibaren kütüphaneler birer tuğla yığınına dönecek, 900 yıllık birikimin üzerinden asfalt geçirilecekti. Bir gün önce alim olanlar ertesi gün ilkokula başlayan birer öğrenci haline gelecekti.[13] Atatürk’ün yakın adamı Falih Rıfkı Atay, Çankaya kitabında şunları aktarıyor: “Atatürk halkı yeni yazıya alıştırmak için meşhur seyahatine çıktı. Gezici alfabe hocalığı yapıyordu. Biz İstanbul gazetelerinde her gün yeni yazı örnekleri neşrediyorduk. Açıkça muhalefet yoksa da muhafazakar ilim ve edebiyat çevreleri bu kadar kökten bir değişikliğin aleyhindeydiler. Doğrusu Atatürk ve İnönü herkese örnek olmak istediler. Yeni yazı kabul edildikten sonra ikisi de bir daha Arap yazısı kullanmadılar. İnönü adetlerinden vazgeçip geçmediklerini öğrenmek için arkadaşlarının not defterlerini bile yoklardı.”[14] Mustafa Kemal Harf inkılabı için bir gezi de Bursa’ya yapmıştı. Bursa’da harflerin kabulünde şapka kanunundaki gibi isyan çıkaranlara karşı “aslan pençesi” olacağını söyledi. Mustafa Kemal. “Eğer bu millet bu hususta herhangi bir güçlüğe rastlarsa, ben ve arkadaşlarım hiç tereddütsüz birere aslan pençesi olur, bu milletin kuvvetli ayakları altında onları ezen naçiz bir millet fedaisi oluruz” diyerek latin harfin kabulünde güçlük çıkartan her kim olursa ezeceklerini dile getiriyordu.[15] Peki bu harf devriminin amacı tam olarak neydi? İnönü yıllar sonra hatıratında şöyle itiraf ediyordu: “Harf inkılabı bir okuma yazma kolaylığına bağlanamaz. Harf inkılabının bizdeki tesiri ve büyük faydası kültür değişimini kolaylaştırmasıdır.” Kültür değişiminden neyi kastettiğini gayet iyi anlıyoruz. Andrew Mango diyor ki: “Dil ile alfabe birbirinden ayrılmazdı. Türkçe konuşan Karamanlı Rumlar Yunan harfleriyle yazarlar. Ermeni ve Museviler kendi harflerini kullanırlardı. Latin harflerinin kabulüyle birlikte Türkler Hristiyan batılılarla aynı safa konulmuş oldu.”[16] Hatta Harf Devrimi Komisyonu’nda çalışanlardan biri olan, alfabe değişiminin mimarlarından Ahmet Cevat Emre “Arap yazısıyla Batı kültürünü benimsemek imkânsızdı.” diye yazmıştır. Demek ki gerçek amaç Batı medeniyetine geçmekti. Osmanlı’yı, İslam’ı ve Kur’an’ı temsil eden bu yazıyla bu amaçlarına ulaşamayacaklardı.[17] Ahmet Cevat Emre, tam bir komünistti.
Araştırmacı yazar Mete Tunçay yazı devriminin sebebini şöyle açıklar: “Türkiye Cumhuriyetinin yazıda Arap alfabesini bırakıp Latin alfabesini benimseme kararı yeni harflerin Türkçeye uygunluğu ve öğrenme kolaylığı nedeniyle okur yazar oranın hızla artırılacağı umuduna dayanılmış olmakla birlikte, bu düzeltimin asıl amacının, Osmanlı, İslam geleneklerinden kurtulmak ve dolayısıyla çağdaşlaşmayı çabuklaştırmak olduğu açıktır” der.[18] Dil devrimi bir millileşme hareketi olmamıştır. Batılılaşmaya yönelik bir harekettir. Dil devrimi konusunda millilikle ilgili sloganların kullanılması geniş kesimin desteğini sağlama çabası olarak belirtilmelidir. Yani Batıcı aydınlar bu konuda samimi davranmamışlardır.[19] Yapılan devrim ve inkılabların çoğu milli değerlerimize ve inancımıza uymamasına rağmen milli devrim olarak açıklanıyordu. Milli kavramı tam bir uyutma aracına dönüşmüştü. Eğitim sistemimiz milli değerlerimizden ve inancımızdan çok uzaktı ama “Milli Eğitim” denilecekti. Halbuki hiç de milli değildi. Milli demek yerli demektir. İnançlarımıza, değerlerimize uygun demektir. “Milli Eğitim Bakanlığımız” hiç de millice kararlar almayacaktı eğitim için. “Milli Piyango” adıyla kumar süslü hale getirilecekti. Halbuki Milli kumardı. “Milli Savunma Bakanlığımız” vardı. Gerçekten milli değerler mi hâkimdi o bakanlığa, yoksa Batılı değerler mi? Cevabını siz verin artık.
Atatürk’ün muhaliflerinden son Osmanlı Şeyhulislamı Mustafa Sabri Efendi’nin yazdıkları şöyledir: “Onların Arapça düşmanlıklarının gerçek sebebi, İslam düşmanlığından ve Türk halkının zaman içinde, dillerini Arapçayla kaynaştırmalarından ve Arapça sevgisini din sevgisinin bir gereği olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır.”[20] Şerriye ve Evkaf Bakanlığı lağvedilmeden önce Fetva Emini görevi yapmış doğunun büyük alimi Seyyid Taha Efendi: “İslam harflerinin yasaklanmasına tahammül edemem Ya Rab! O günleri görmektense benim canımı al daha iyi” diyerek dua edip harf devriminin kanunlaştığı gecenin sabahında ruhunu teslim eden bir alimdir Seyyid Taha Efendi.[21]
Kendi iradesiyle harf inkılabı yapan iki ülke çıkmıştır modern çağda. Biri biz, biri İsrail. Ancak mühim bir farkla. Biz Arap yazısını geri bıraktırıyor diye terkederken; İsrail, hemen bütün Yahudi vatandaşları Latin alfabesini bildiği halde tersinden bir harf inkılabı yaptı ve 2 bin yıl önceki ölü ve öğretilmesi çok zor olan İbrani alfabesini diriltti.[22]
Harf devriminin amacı olarak okuma yazma kolaylığını artırmak olarak göstermişti devrimciler. Latin harfleri kabul edilince okuma artacak daha kolay olacaktı onlara göre. Ve ülke olarak daha çabuk gelişip kalkınacaktık. “Halbuki Japonlar hala dünyanın en sıkı ve en zor eğitim sistemlerinden birine sahip olduklarından gurur duyarlar. Alfabesini de değiştirmeden kalkınabilmişlerdir. Japonların Latin alfabesine göre öğretilmesi zor olan alfabeleriyle Latin alfabesi kullanan birçok Avrupa ülkesinden daha fazla sanayileşmiş olmaları bunun kanıtıdır. Müslümanlar vaktiyle Arap alfabesiyle dünyanın en görkemli medeniyetlerinden birini inşa ederken aynı dönemde Latin alfabesini kullanan Avrupa karanlık çağda yaşıyordu.”[23] 1927’de Filistin’de Latin harfi savunucularından olan Beni Avi adlı bir Yahudi, dindar Yahudilerce topa tutulmuş ve alfabe ilhamını Türklerden aldığı iddia edilmişti. Bunu söyleyenlere karşı Beni Avi kendini şöyle savunmuştu: “Bu fikri ben Atatürk’ten almadım, aksine onun ilham kaynağı benim. 1911’de Kudüs’e geldiğinde Mustafa Kemal’e Kominitz Hotel’de Osmanlı’nın geleceğinin Latin harflerinde yattığını anlatmıştım, o da ikna olmuştu. Hatta latin harflerinin şerefine diye beraber kadeh kaldırmıştık!”[24] Tarih bize bunları da aktarmıştı.
Harf ve Dil Devrimiyle beraber Osmanlı Türkçesinde yer alan Arapça, Farsça kökenli ne kadar kelime varsa dilden atılmış yerlerine ise başta Moğolca, Sogdça ve ne idiği belirsiz kelimeler alınmıştır. Artık Türkçe diye bir dil kalmamıştır. Hiç kimsenin anlamadığı saçma sapan bir uyduruk dil oluşturulmaya çalışılıyordu. Katip: Betimen. Takvim: Çağbeti. İddianame: Sevbeti. Vasiyetname: Tutsubeti. Heykel: Kurçaki. Üstad: Önilt. İşgal: Tutav, Kanun: Coşuk. Kaymakam: Oturak, Anne: Doğurgaç. Baba: Doğurtaç. Belediye: Uray. Mebus: Saylav. Sanat: Dorut gibi binlerce saçmalık! Merhaba: Kazıklarız. İyi misin: Kazıksız bi? Kız mektebi: Kancık okulu gibi. Daha sonra saçmalama daha da arttı. Sigara: Dumansal tüttürgeç. Tren: Arkadan ittirmeli üstten tüttürmeli götürgeç. Otobüs: Çok oturgaçlı götürgeç. Hostes: Gök götürü konuksal avrat. Yumurta: Tavuksal fırlangaç. Lokanta: Toplumsal otlangaç. Bunlar sokaklarda halkın diline düşmüş. Halk bunların binlercesini dalga geçme malzemesi yapmıştı.[25]
Kendisi de bir dilci olan Atatürk dönemi Milli Eğitim Bakanlarından Hasan Ali Yücel, bakanlığı dönemine ait bir anısını şöyle aktarıyor: Bir gün hızlı dil devrimcilerinden biri geldi. Gün isimlerinin Türkçe olmamasının yüz kızartıcı olduğunu belirterek dedi ki: “Salı dışındaki tüm gün isimleri Arapça ve Farsça’dır. Mesela Pazar, Pazartesi, Çarşamba, Perşembe Farsça; Cuma, Cumartesi ise Arapçadır. Ben bu mahzuru gidermek için gün isimleri buldum. Önüme bir liste koydu ve işte dedi Türk günlerinin Türkçe isimleri. Listeye baktığımda hafakanlar bastı. Pazar: gezgün, pazartesi: öngün, salı: işgün yazmıştı. Çarşamba: güçgün, perşembe: koşgün, cuma: yorgun, cumartesi: bitgün olmuştu. Şaşırdığımı görünce izah etmeye başladı adam. Pazar gününe gezgün demesinin sebebi tatil olmasıymış. Çünkü tatilde gezilir. Pazartesiye öngün denmesinin sebebi haftanın ilk iş günü oluşuymuş. Salı ve Çarşambanın, iş gün ve güç gün denmesinin sebebi ise haftanın en yoğun ve zor günleri olmasındanmış. Perşembeye koşgün denmesinin sebebi ise peşinden koşulmasındanmış. Cumaya yorgün demesinin sebebi dört gün çalışan insanın yorulmasındanmış. Cumartesiye bitgün denmesinin sebebi hafta içi çalışmasındanmış ve yorulan bedenin yorgun düşmesindenmiş.[26]
Harf ve Dil Devrimi’nin amacı olan dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimeleri atmak, 1928’den 1940’a kadar devam etti. Yukarıda da anlattığımız gibi bunun amacı halkı dönüşüme uğratarak İslam kültür ve medeniyetinden uzaklaştırmaktı. Çıkarılan Arapça ve Farsça kelimeler yerine çok komik kelimeler koydular. Dilimiz resmen fakirleşti. Özellikle Güneş Dil Teorisi adındaki tez tam bir felaketti. Bu teori Türkçenin dünyadaki ilk dil olduğunu savunuyordu. Diğer dillerde Türkçeden türemişti. Bu teoriyi Viyanalı Dr. KıverniçAtatürk’e sunmuştu. Atatürk de bu teoriyi kabul etti. İşte trajikomik olaylar ondan sonra başladı. Şimdi bu teori ve ardından yaşanan komik durumları anlatalım. Dikkatli okuyalım.
1936-1938 yıllarında ise Güneş Dil Teorisi benimsendi. Bu teori bize Batı’dan Viyana’dan geldi. Dr. Kıverniçisimli bir dil heveskarı Atatürk’ün aşırı derecede bir Türk milliyetçisi olduğunu bildiği için Türkçe üzerine 47 sayfalık bir tez hazırladı. Bu tezin hiçbir ciddi tarafı yoktu. Yavuz Bülent Bakiler diyor ki, “Bu teoriyle ilgili bütün gelişmeleri Ankara’da Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun evinde bizzat kendisinden dinledim.” Yakup Kadri Karaosmanoğlu şöyle anlatmış: Kıverniç’i bana Vedat Nedim Tör tanıştırdı. Kıverniç’i Atatürk’ün huzuruna çıkarmamı istedi. Ben de Kıverniç’i Atatürk’ün huzuruna çıkardım. Adam Atatürk’e dedi ki: “Ekselans! İlk insan güneşi gördüğü zaman A diye bir ses çıkardı. Böylece Türkçedeki ilk sesli harfi teleffuz etti. Güneşe baktığı zaman A!A!,A!A! demeye başladı. Şimdi hayretimizi A!A! diye ifade etmemiz bundandır. Sonra bu ilk insan güneşe AĞĞĞ! Demeye başladı. AĞ hem güneş hem beyaz demektir. İlk insan karşısında bir canavar görünce OOO! Dedi. Türkçenin ikinci sesli harfi böylece ortaya çıktı. Sonra ilk insan uzaklık fikrini UUU! Diye söyledi. Merakını gidermek için E? E? diye sordu. İlk insan yine çeşitli tabiat olayları karşısında Ö, Ü, İ, I gibi sesler çıkardı. Sonra bu seslerin yanına bir takım sessizler koyarak ilk heceleri söylemeye başladı. Mesela A yanına T’yi koydu. AT! AT! AT! dedi. U yanına Ç’yi koydu. UÇ! UÇ! UÇ! dedi. Ekselans, ilk insanın telaffuz ettiği AĞ hecesi başka kelimelerin oluşmasında büyük rol oynadı. AĞ kelimelerde ana köktür. Mesela ilk insan AĞ+AN+AĞ+AR+AK+AĞ hecelerini arka arkaya sıraladı. AĞANAĞAR/AĞANAĞAKAR dedi. Sonra ilk defa baştaki AĞ hecesini dilinden düşürdü. AĞANAKARA demeye başladı. Sonra bu kelimeden bazı heceler ve harfleri düşürerek ANĞARA! ANĞARA! diye haykırdı. ANĞARA da zamanla ANKARAoldu.” Atatürk o adamın anlattıklarını dinledi ama hiç soru sormadı. Adam Atatük’e çok hoşlanacağı cümleyi söyledi: “Ekselans ilk insan Türk’tür! İlk lisan Türkçedir. Bütün dünya dilleri Türkçeden doğmuştur.”Atatürk çok coşkun duygularla Türk milliyetçisiydi. Hemen etrafındakilere emir verdi: “Bütün dünya dillerinin Türkçeden doğduğuna dair araştırma yapacaksınız eserler yazacaksınız!” Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne bu nazariyeyi resmen ders olarak koydurttu. Prof. Reşit Tankurt ve Necmi Dilmen, Güneş Dil Teorisini 1940 yılına kadar fakültelerde okuttular. Bu arada Batılı Türkologlar ve âlimler bu teoriyi yerden yere vurunca İsmet İnönü işe el koydu ve Güneş Dil Teorisini 1940 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nden tamamen kaldırdı.[27] Bu teori tam bir safsatadan ibaretti. Ama bazı adamlar Atatürk’ün gözüne girmek için uydurmakla başladılar. Yok biz Ay’a ok atarken okay! okay! demişiz de Batılılar bunu Okey’ e çevirmişler. Yok biz AVRAT kelimemizi AFRODİT, AKADAM tamlamamızı AKEDEMİ şekline sokmuşlar. Biz BARABARdemişiz, Batılılar PARALEL demişler. Biz BELLETEN demişiz onlar bunu BÜLTEN şekline sokuşlar.[28]
Atatürk tarafından uydurukçanın bir çıkmaz sokak olduğu görülerek bundan çabuk vazgeçmenin yolları aranmaya başlamıştı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu: “Atatürk Türkçe’nin arınmaya başladığı sıralarda bir gün bize, yani yanında bulunan gazete yazarlarına ‘bir tek Arapça ve Farsça kelime kullanmayacaksınız’ dedi. Bu emri yerine getirmekte ne kadar zorluk çektiğimizi tahmin edersiniz. Nihayet bir zaman sonra artık yazamaz, yazılanları anlayamaz, istediklerimizi anlatamaz olmuştuk. İşte bunu gören Atatürk, bu iş bana olmayacak gibi görünüyor, mutlaka bir yol bulmalıyız’ demişti.[29]
Yer Dolmabahçe, tarih 1932 idi. İsveç kralı Türkiye’de idi. Dolmabahçe’de şerefine bir yemek veriliyordu. Gazi yemekte yapacağı bir konuşmanın metnini istedi. Verdiler, kürsüye geldi. Başladı okumaya: “Duygum tükel özgü bir kıvançtır. Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız ataç özlüklerin tüm ıssıları olarak baysallık, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar ve en güzel utkuyu kazanmaya anıklıyorlar” Gazi Paşa şaşkın bir yüz ve zoraki gülümsemeyle yerine oturdu. İsveç kralı teşekkür konuşması için kürsiye giderken, Gazi Paşa sol yanında oturan İsmet Paşa’ya döndü: “Bir şey anladın mı?” Paşa hayır dedi. Gazi Paşa ben de anlamadım dedi ve sinirlendi. O anda kararını verdi. Bu saçmalık çıkmaz sokaktı.[30] En sonunda kendileri de gerçeği itiraf etmişlerdi.
İngiliz şair ve tenkitçisi T.S. Eliot İngilizcenin en büyük şiir dili olduğunu söylüyor ve bunu İngilizcenin karışık içinde çeşitli dilden gelme unsurların bulunması ile izah ediyor: “İngilizlerin kelime hazinesi öyle zengindir ki, her hangi bir şairin kelime dağarcığı onun toplam serveti ile kıyaslanacak olsa çok fakir kalır. Bu gerçek sebebin sadece bir neticesidir. Benim fikrimce bu sebep İngilizcenin çok çeşitli unsurlardan oluşmuş olmasıdır. Bu dillerin her biri İngilizceye kendi musikisini de getirmiştir.”[31] Bugün bizlerin sürekli kavga etmemizin, anlaşamamamızın sebebi Harf ve Dil Devrimi ile dilimizin fakir hale getirilmesidir. Çünkü düşüncelerimizi tam olarak ifade edemiyoruz. Osmanlıca’da söylenen bir kelime bir sayfa yazıya eşit. Dilimizi öyle budadılar ki günlük 400-500 kelime ile anlaşmaya çalışıyoruz. Onla da anlaşamıyoruz. Kendimizi iyi ifade edemiyoruz. Bu yüzden insanlarla sorun yaşıyoruz. Bu gün bir İngiliz okuldan mezun olunca en az 90 bin kelime bilerek mezun oluyor. Alman 70 bin, Japon 40 bin. Bir Türk ise 6 bin kelime bilerek mezun olmalı. Ama yok. Bizler konuşurken kelimelerimiz yetmediği için sürekli ııııı, aaaaa, şey, yani, şeyyy diye tıkanmamızın sebebi budur. Kim ne derse desin, dil üzerinden yapılan katliamın etkisidir bu. “Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar/Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.” Âfâk ne demek! Garb ne demek! Serhad ne demek! Yeni neslimiz biliyor mu bunları. Bunlar İstiklal Marşımızda geçiyor. Felaketin boyutlarını anlatabildim mi?
Gök kubbesini kendisine çadır yapmak yeni yurdunu genişletmek isteyen bir millet başka dillerden elbette kelime alacak ve başka dillere kendi kelimelerinden verecektir. Dört büyük imparatorluğun dili var: Latince, Arapça, İngilizce, Türkçe. Bu dört dilden hiç birisi saf değil, öz değil, öz dil değil. Latinceye muhtelif dillerden kelimler karışmış. Latince saf bir dil değil. Bir başka imparatorluk dili olan Arapça dünyanın en zengin dillerinden biri. Fakat Arapça’da Yunanca, Farsça ve Türkçe kaynaklı bir takım kelimeler bulunuyor. İngilizcenin %75’i Latince ve Fransızca. İngilizler atmak silip süpürmek yoluna gitmiyorlar. Stalin bir ara, Rusçadaki yabancı kelimeleri tasfiye etmek istedi. Ona anlattılar ki böyle bir yola girildiği takdirde Rusça’nın %75’i kurutulmuş olur. Stalin bu düşüncesinden vazgeçti. Dünyada büyük imparatorluk dilini, yani bin yıllık dilini merhametsizce budayan gayretkeşleri maalesef biz yetiştirdik.[32] İbrahim Kafesoğlu’nun dediği gibi “Bir milletin varlığı dilinin mevcudiyeti ile anlaşılır. Dilini kaybeden herhangi bir topluluk millet olmaktan çıkar ve bir daha hatırlanmamak üzere mazinin karanlıklarına gömülür” der. Millet olarak tarih sahnesinden silinmek istemiyorsak küreselleşme adı altında İngilizcenin öne çıkarılarak Türkçenin yok edilmesi oyununa seyirci kalamayız. Yabancı dilde eğitim veya yabancı dilde yayın modasına alet olarak korkarım Türkçenin geleceği karanlık olacaktır.[33] Başkalarının yürüyüşünü taklit edeceğiz derken kendi yürüyüşümüzü unutmuştuk. Çaresizdik, ne yapacağımızı bilmiyorduk artık.
Mustafa Güldağı Kaynak: Gençbirikim
[1] Kültür ve Dil,Mehmet Kaplan,s.133, Dergah Yay.1982
[2] Türkçenin Karanlık Günleri,Prof.Dr.Necmettin Hacıemmioğlu,s.18, Kamer Yay.1996
[3] Dil ve Anlayış,Salih Mirzabeyoğlu,s.106,İBDA Yay.2013. Sözün Doğrusu 2,Yavuz Bülent Bakiler,s.1,Yakın Plan Yay.2012
[4] Kökenlerimiz,Malcolm X, Beyan Yay.s.65-72,1983
[5] Tarihten İlginç Gerçekler,Remzi Çavuş,s.130 , Yitik Hazine Yay.2015
[6] Kültür ve Dil,Mehmet Kaplan,s.167,Dergah Yay.1982 Ayrıca Bkz. Batılılaşma İhaneti,Mehmet Doğan,Dergah Yay. s.98-99,1975
[7] İslam’ı Yıkın Müslümanları Mahfedin,Celal-ül Alem,Tercüme Resul Tosun,s.50
[8] Cumhuriyet Dönemi Din ve Devlet İlişkileri,Hasan Hüseyin Ceylan,cilt 2,s.168,Risale Yay.1991
[9] Mustafa Kemal Paşa’dan Kamal Atatürk’e,Süleyman Kocabaş,s.77-78,Mutlu Basım Yay.2013
[10] Tek Adam,Şevket Süreyya Aydemir,cilt 3,s.316,Remzi Kitabevi,1981
[11] Tarih Şuuruna Doğru 2,İbrahim Refik,s.100-101,Albotros Yay.
[12] Çankaya,Falih Rıfkı Atay,s.507-508,Pozitif Yay.
[13] Satılık imparatorluk,Mustafa Armağan,s.189,Timaş Yay.
[14] Çankaya,Falih Rıfkı Atay,s.512-513,Pozitif Yay.
[15] Cumhuriyet Gazetsi,29 Ağustos 1928
[16] Cumhuriyet Efsaeleri,Mustafa Armağan,s.57-58,Timaş Yay.
[17] Satılık imparatorluk,Mustafa Armağan,s.192
[18] Mete Tunçay,Tek Parti Yönetiminin Kurulması,s.230
[19] Batılılaşma İhaneti,Mehmet Doğan,s.106,1975,Dergah Yay.
[20] Mustafa Kemal Paşa’dan Kamal Atatürk’e,Süleyman Kocabaş,s.126,Mutlu Basım Yay.2013
[21] Cumhuriyet Dönemi Din ve Devlet İlişkileri,Hasan Hüseyin Ceylan,cilt 2,s.189,Risale Yay.1991
[22] Satılık İmparatorluk,Mustafa Armağan,s.192 Ayrıca Bkz.Türk Dil Devrimi,Dr.Kamile İlner,s.41, Türk Dil Kurumu Yay.1976
[23] Satılık imparatorluk,Mustafa Armağan,s.191-192
[24] Satılık İmparatorluk,Mustafa Armağan,s.193,Timaş Yay.
[25] Cumhuriyet Tozlu Sayfaları,Prof.Dr.Mehmeet Çelik,s.204-205,Hayat Yay.2015
[26] Osmanlı Demokrasisinden,Türkiye Cumhuriyetine,Yavuz Bahadıroğlu,s.127-128,Nesil Yay.
[27] Sözün Doğrusu 2,Yavuz Bülent Bakiler,s.42-43,2012, Yakın Plan Yay.
[28] Cumhuriyetin Tozlu Sayfaları,Prof.Dr.Mehmet Çelik,s.208-209,Hayat Yay.
[29] Mustafa Kemal Paşa’dan Kamal Atatürk’e,Süleyman Kocabaş,s.128,Mutlu Basım Yay.2013
[30] Cumhuriyetin Tozlu Sayfaları,Prof.Dr.Mehmet Çelik,s.205-206,Hayat Yay.
[31] Kültür ve Dil,Mehmet Kaplan,s.156-157,Dergah Yay.1982
[32] Sözün Doğrusu 2,Yavuz Bülent Bakiler,s.104-105,Yakın Plan Yay. 2012
[33] Türkçenin Acı Günleri,Prof.Dr.Ahmet Sevgi ,s.46, 2003