Çoğu kimse farkına varmadı ama Sayın Cumhurbaşkanı henüz Başbakan iken 12 Eylül 2013 tarihinde TÜMSİAD toplantısında bir açıklama yapmış ve “Uyuyan dev artık uyanmıştır” demişti.
Bu açıklamanın bir benzerini ise 26 Ekim 2014 tarihinde dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu yapmış ve “Türkiye Cumhuriyeti devletinin 100. kuruluş yıl dönümünde bir cihan devletinin doğuşuna hep beraber şahitlik edeceğiz. Bu şahitliğe şimdiden hazır olan Türkmen boylarına, Oğuz obalarına selam olsun. Olaylar sessiz sedasız ilerleyecek ve Türkiye 2023‘lerde süper devlet olacak, bölge görülmemiş bir bolluk ve bereketle kaplanacak.” demişti.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 14 Ocak 2018’de Osmaniye’de gerçekleştirilen bir açılış ve temel atma töreninde “Geleceğin büyük Türkiye’si milli ve ahlaki uzlaşma ile kurulacaktır.” demişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise son olarak 06 Şubat 2018 tarihli AK Parti grup toplantısında aynı minvalde bir cümle kurmuştu; “Son iki asrı hep fedakârlıkla geçirdik. Bizi öyle çok zorladılar ki sonunda uyuyan devi uyandırdılar. Artık hiçbir ülke, hiçbir kurum Türkiye’nin gücünü ve kararlılığını sorgulayamayacak hale gelmiştir.”
Gerek içerde gerekse dışarı da birçok kişi bu sözlerin içindeki felsefi derinliği anlayamadı, kavrayamadı. Türkiye bu dakikadan sonra artık belli bir hedefe odaklanmıştır. Son 100 yıldır uyutulan ve uyuşturulan Türkiye artık tarih olmuştur. Türkiye bundan sonra hemen her konuda ve her coğrafyada daha etkin olacaktır. Daha da önemlisi 100 yıldır açık kalan hesaplar birer birer kapatılacak, Lozan Anlaşması ve Montrö Sözleşmesi ile Türkiye’nin ayağına geçirilen prangalar kopartılacak, yeni sınır düzenlemeleri yapılacaktır. Kopartılan aileler, ayrılan halklar tekrardan bir araya getirilecek yeni bir Ortadoğu kurulacaktır.
Musul, Kerkük, Halep, Şam, Hama, Humus, Lazkiye, Rakka, Haseke, Afrın, İdlib ve daha birçok bölge Türkiye coğrafyasına katılacaktır. Ortadoğu’nun diktatoryal devletleri domino taşı gibi birer birer devrilecek, Mısır, Suudi Arabistan, BAE, Kuveyt, Yemen, Ürdün, Filistin gibi yapay ve suni devletlerin tamamı önümüzdeki 20-25 yıl içerisinde tarih sahnesinden silinip gidecektir. Yakın gelecekte bu coğrafyada içişlerinde bağımsız dış işlerinde Türkiye’ye bağlı çok sayıda otonom devlet görebiliriz.
Türkiye için ilk hedef Misak-ı Milli’nin tamamlanmasıdır. İngilizlerin ayak oyunları ve İsmet İnönü gibiler sayesinde Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan birçok toprak parçası tekrardan aslına dönecektir.
Suriye ile Türkiye arasında son 7 yıldan beri yaşanan sorunlar, 1921 sonrasında kimsenin dikkatini çekmeyen ve bilerek unutturulan bazı topraklarımızı tekrardan gündeme taşımamı gerektirdi.
Fransa ile Ankara Hükümeti arasında 1921 yılında imzalanan Ankara Anlaşması, birçok bilinmeyeni barındırmaktadır. 13 maddelik bu anlaşma basit olduğu kadar her iki taraf açısından da ilkler niteliğindedir. Öncelikle bu anlaşma Ankara Hükümeti’nin (o yıllarda Osmanlı Devleti henüz ortadan kalkmamıştı ve Ankara Hükümeti şimdiki Suriye’de faaliyet gösteren Özgür Suriye Ordusu – ÖSO- benzeri bir yapı niteliğindeydi) yabancı bir Batılı devletle imzaladığı ilk anlaşma olup, en azından o yıllarda güney sınırlarımızın savaş tehdidinden arındırılması gayesini gütmekteydi.
Sykes-Picot Anlaşması ile Osmanlı topraklarını paylaşma sevdasına düşen Rusya, İngiltere ve Fransa, bugün Suriye olarak isimlendirilen ama aslında Osmanlı Devleti’nin Halep ve Şam vilayetlerini kapsayan topraklarımızı Fransa’ya, Musul, Bağdat ve Basra vilayetlerimizi de İngilizlere vermeyi hedeflemişti.
Anadolu’da devam eden Kurtuluş mücadelesi esnasında 1921 Ankara Anlaşması’nın içeriğine “Süleyman Şah Türbesi” dışındaki hiçbir yer açıkça yerleştirilmedi. Ancak bu anlaşmanın 13. maddesi çok korkunç bir gerçeği saklamaktadır. İlk okunduğunda çok basit ve insani bir gereklilik gibi görülen bu madde, aslında Halep ve Şam vilayetlerimiz içerisinde Türk vatandaşlarına ait olan ve vergisel açıdan Türkiye Cumhuriyeti devletinin hüküm ve tasarrufu altında bulunan milyonlarca dönüm arazinin mülkiyetini izah etmekteydi. 1921 Ankara Anlaşması’nın 13. maddesinde tarif edilen araziler bugün çoklukla Osmanlı Devleti’nin Halep ve Şam vilayetleri içerisinde kalmakta olup, milyonlarca dönüm araziden oluşmaktadır. Bu araziler bugünkü Suriye’nin Halep, Şam, Hama, Humus, Rakka, Deyr-uz Zor, Haseke, İdlib, Afrın, Lazkiye ve Tartus vilayetlerini kapsamaktadır. Cumhuriyet’in kuruluşunu takiben bu sorun ara sıra gündeme gelmiş ancak sonraları kişiliksiz, bilgisiz ve şahsiyetsiz idarecilerin etkisiyle unutulup gitmiştir. Bu sürecin geçmişini ve hangi merhalelerden geçerek bugünlere intikal ettiğini sizlere aktarmak istiyorum.
20 Ekim 1921.
Bir yıl önce kurulan Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Fransa temsilcisi Franklin Bouillon ile Halep ve Şam vilayetlerimizin elimizden çıkışına ilişkin anlaşmayı Ankara’da imzalıyor. Anlaşmanın maddeleri aşağıda şekildedir;
Madde 1) Her iki taraf işbu anlaşmanın imzalanmasından itibaren aralarında harbin sona ereceğini bildirirler. Ordular, mülki memurlar, ahali keyfiyetten derhal haberdar edilecektirler.
Madde 2) İşbu anlaşmanın imzasını müteakip, her iki tarafın harp esirleriyle mevkuf veya mahbus Türk, Fransız bütün şahıslar serbest bırakılacak ve kendilerini, tevkif eden taraf yol masrafını ödeyerek gösterilecek en yakın şehre gönderilecektir.
Madde 3) İşbu anlaşmanın imzasından başlayarak, en geç iki ay içinde Fransız kıtaları 8. maddede de yazılı hattın güneyine ve Türk kıtaları da kuzeyine çekileceklerdir.
Madde 4) 3. maddede belirtilen müddet zarfında seçilecek bir karma komisyon bu maddenin ne şekilde tatbik olunacağını tespit edecektir.
Madde 5) Her iki taraf boşaltılan arazide, buranın işgalini müteakip genel af ilan edecektir.
Madde 6) Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Misak-ı Milli’de açıkça tanınan azınlıklar haklarının, bu hususta müttefikler ile bunların düşmanları ve bazı dostlar arasında yapılmış mukavelelerdeki esaslara dayanarak, kendi tarafından teyit olunacağını bildirir.
Madde 7) İskenderun Bölgesi (Hatay) için özel bir idare usulü tesis olunacaktır. Bu mıntıkanın Türk ırkından olan ahalisi kültürlerinin inkişafı için her türlü teşkilattan faydalanacaklardır. Türk lisanı orada resmi dil olacaktır.
Madde 8) 3. maddede zikredilen hat: İskenderun Körfezi’nde Payas’tan başlayarak Meydan-ı Ekbez-Kilis-Çobanbeyli istasyonuna gidecek ve demiryolu Türkiye’de kalmak üzere Çobanbeyli’den Nusaybin’e varacaktır. Payas ile Meydan-ı Ekbez ve Çobanbeyli istasyonları Suriye’de kalacaktır. İşbu anlaşmanın imzasından itibaren bir ay içinde mezkur hattı tespit etmek üzere her iki taraf delegelerinden mürekkeb bir komisyon seçilecek ve bu komisyon tespit muamelesine nezaret edecektir.
Madde 9) Osmanlı sülalesinin kurucusu Sultan Osman’ın dedesi Süleyman Şah’ın Caber Kalesi’nde bulunan ve Türk mezarı ismiyle belirli türbesi müştemilatı ile Türkiye’nin malı olacak ve Türkiye oraya muhafızlar koyacak ve Türk bayrağı çekecektir.
Madde 10) Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Pozantı ile Nusaybin arasındaki Bağdat Demiryolu parçasını, Adana ilinde yapılmış bulunan şubelerin işletme hakları ile beraber bütün ticaret ve ulaştırma işlerini Fransa Hükümeti’nin göstereceği bir Fransız grubuna vermesini kabul eder. Türkiye Hükümeti Meydan-ı Ekbez’den Çobanbeyli’ye kadar Suriye arazisinde demiryolu ile askerî ulaştırma yapacaktır.
Madde 11) İşbu anlaşma yürürlüğe girdikten sonra seçilecek bir karma komisyon Türkiye ile Suriye arasındaki gümrük işlerini düzenleyecek, bu işlem yapılıncaya kadar her iki hükümet hareketinde serbest olacaktır.
Madde 12) Türkiye ve Suriye, Kırık suyundan hakkaniyet üzere faydalanacaklardır. Suriye Hükümeti, masrafı kendisine ait olmak üzere Fırat nehrinin Türkiye kısmından su alabilecektir.
Madde 13) Madde 8’de belirtilen hududun her iki tarafında oturan yerli ve yarı göçebe halk buradaki otlaklardan faydalanacak veya emlak, araziye sahip bulunanlar eskisi gibi haklarını kullanmaya devam edeceklerdir. Bunlar işletme ihtiyaçları için serbestce ve hiç bir gümrük veya otlak resmi ve ne de başka bir resim vermeksizin hayvanlarını, araçlarını, tohumlarını ve bitkilerini taşıyabileceklerdir. Bunlara ait vergileri oturdukları memlekette ödemeleri kararlaştırılmıştır.
Şimdi 1921 Ankara Anlaşması’nın 13. maddesini tekrardan dikkatle okuyalım;
Madde 13) Madde 8’de belirtilen hududun her iki tarafında oturan yerli ve yarı göçebe halk buradaki otlaklardan faydalanacak veya emlak, araziye sahip bulunanlar eskisi gibi haklarını kullanmaya devam edeceklerdir. Bunlar işletme ihtiyaçları için serbestçe ve hiçbir gümrük veya otlak resmi ve ne de başka bir resim vermeksizin hayvanlarını, araçlarını, tohumlarını ve bitkilerini taşıyabileceklerdir. Bunlara ait vergileri oturdukları memlekette ödemeleri kararlaştırılmıştır.
Anlaşmanın 13. maddesinin son kısmı çok ama çok önemlidir. Yani, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup da Suriye’de toprağı, arazisi ve her türlü emlaki bulunan kişiler, Suriye’deki mal varlıkları üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahip olabilecek, çalışıp mal ve hizmet üretebilecek ama tek bir kuruş vergi ödemeyecektir. Bu kişiler kazançlarının vergisini sadece Türkiye’ye verecektir.
Neden?
Çünkü; Bu topraklar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne aittir. Yani Süleyman Şah nasıl bir Türk toprağı ise ve orada Suriye Devleti’nin hiçbir tasarruf hakkı yok ise, Türklere ait bu topraklar üzerinde de Suriye hükümetinin tasarruf hakkı yoktur.
Aynı hak Suriye vatandaşı olup da Türkiye tarafında gayrimenkul ve mal varlığı olanlar için de geçerlidir. Şimdi realiteye geçelim. Bugün durum nedir?
Hafız Esad liderliğindeki Baas rejimi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Suriye tarafındaki topraklarını Ankara Anlaşması’na aykırı olarak 1958’de kamulaştırdı.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları 1958 yılından sonra bu haklarını bir daha asla kullanamaz hale geldi. O vakitten sonra Türkiye, bu anlaşmanın gereğinin yerine getirilmesi için hiçbir talepte bulunmadı. Türkiye ise Suriye vatandaşlarının ülkemizde bulunan 60 bin dönümlük toprağını kiraya verip elde ettiği geliri ileride onlara teslim etmek üzere emanet bir hesapta tuttu.
Ankara Anlaşması’nı masaya yatırmanın zamanı gelmiştir. Suriye bağımsızlığını kazanırken Fransa’nın imza attığı tüm anlaşmaları kabul etmiştir.
Devletlerarası anlaşmalar “laf olsun torba dolsun” niteliğinde akdedilen sözleşmeler değildir. İmza atan tarafları bağlayıcı niteliği vardır.
Türkiye ile Fransa arasında akdedilen ve sonrasında Suriye Devleti tarafından da kabul edilen bu anlaşmanın herhangi bir maddesinin ihlal edilmesi durumunda ortaya nasıl bir sonuç çıkar?
Cevap: Anlaşma bozulup geçerliliğini yitirir ve aslına rücu eder. Yani o anlaşma hiç yapılmamış gibi kabul edilir.
Peki böyle bir durumda ne olur?
Suriye olarak isimlendirilen ve 1936 yılına kadar yine Suriye sınırları içerisinde iken Fransızlar tarafından bölünerek ayrı bir devlet haline dönüştürülen Lübnan’da dahil olmak üzere tüm Suriye toprakları Türkiye Cumhuriyeti’ne geri döner.
Bu aşamadan sonra Türkiye’nin önünde üç seçenek bulunmaktadır;
1) Türkiye bu sorunu Lahey Adalet Divanı’na taşıyabilir ve yapılan yargılama sonucunda söz konusu topraklar fiilen Türkiye Cumhuriyeti’ne geçebilir.
2) Türkiye, Ankara Anlaşması’nın şartlarının Suriye tarafından açıkça ihlal edildiği gerekçesiyle 1921 Ankara Anlaşması’nı geçersiz ilan edip, Halep ve Şam vilayetlerimizin tekrardan kendi topraklarımıza katıldığını dünyaya duyurabilir.
3) Daha da önemlisi Türkiye Cumhuriyeti, Suriye iç savaşının başladığı 2011 yılından günümüze kadar Türkiye’de barındırılan 3,5 milyondan fazla Suriyeli için harcadığı paralar başta olmak üzere, Suriye’nin terörden arındırılması için yapmış olduğu askeri müdahale harcamalarını ve Suriye Devleti’nin 1984 yılından beri PKK terör örgütüne verdiği açık destekten dolayı karşı karşıya kaldığı her türlü zarar ve ziyanı –ki sadece PKK terör örgütünün 35 yıldan beri Türkiye ekonomisine verdiği zarar yaklaşık BİR TRİLYON DOLAR civarındadır- savaş tazminatına dönüştürüp, bu tazminat karşılığında zaten Misak-ı Milli içerisinde yer alan Suriye topraklarını karşılıklı mutabakat ile kendi sınırlarına katabilir.
Türkiye 100 yıllık veresiye defterini önüne koyup, eski hesapları kapatmak zorundadır. Bugün bizim misafirimiz olan 3,5 milyon Suriye vatandaşı, bundan 97 yıl önce Devlet-i Aliyye-yi Osmâniyye’nin vatandaşıydı ve bölünmeyi onlar istemedi.
O yılların küresel güçleri olan İngiltere ve Fransa ellerine cetvel ve gönye alıp Ortadoğu topraklarımızı parselleyip paylaştı. Türkiye’de yaşayan Suriyeliler bugün bir şeyi çok açık ve net şekilde görmektedir. Diktatoryal bir devlette yaşamak yerine, hak ve özgürlüklerin rahatça kullanıldığı bir ülkede yaşamanın farkını artık çok iyi biliyorlar. Yarın Suriye’de her şey düzelse ve bu insanlar kendi memleketlerine geri dönse dahi, artık Suriye hiçbir zaman eski Suriye olmayacaktır. Çünkü artık ne Suriye Eski Suriye’dir, ne de Suriye halkı Eski Suriye halkı.
Pek yakında araç plakalarımızda 82, 83, 84 ve onları takip eden diğer bazı numaraları da görebiliriz.
Bu arada Misak-ı Milli sınırlarını da hiç unutmayın. Neticede uyuyan dev uyandı ve haritanın eksik kaldığının çok iyi farkındayız.
Afrın, Cerablus, El-Bab, İdlib ve Halep konusunu ise pazarlık yapmaya bile gerek yok. Biz yaptığımız operasyonlar sırasında o topraklar için şehit verip kan döktük. Oralar artık zaten bizim.
Tek başına Afrın operasyonu bile Türkiye’nin milli güvenliği açısından sınır düzeltmeleri yapılmasının ne kadar elzem olduğunu ortaya koymuştur. Türkiye olarak sadece Suriye sınırında değil, Irak sınırında da dağlardan ovalara inmek artık bir zorunluluktur.
15 Temmuz 2015 FETÖ askeri darbesi başarılı olsaydı öncelikle DAEŞ (İŞİD) militanları, ardından ise onunla savaşmak bahanesiyle PYD/PKK Urfa, Gaziantep, Kilis, Hatay ve İskenderun üzerinden Türkiye’ye dalacak, ardından bu şehirlerimizi harabeye dönüştürecek olan sözüm ona NATO operasyonları başlayacak, neticede Ortadoğu, Kafkasya, İran ve Rus petrollerini dünya pazarlarına aktaran İskenderun ve Yumurtalık Kürtlerin eline geçecek, Batılıların 100 yıldır hayalini kurduğu Kürt devleti realiteye dönüşmüş olacaktı. Doğu ve Güneydoğu’da Kürt Devleti kurulacak, İstanbul ayrı bir devlet haline dönüştürülecek ve uluslararası bir devlet konsorsiyumu tarafından yönetilecekti. Üç kuruşluk Ermenistan devleti ise Fransızların ve diğer bazı Batılı devletlerin desteği ile Erzurum’dan aşağı inecekti.
155 kilometrelik Afrın sınırına karşılık, terör örgütü PYD/PKK’nın ve onun destekçisi konumundaki ABD’nin 190 kilometre tünel inşa ettirmesi başka ne ile izah edilebilir ki?
Biz Suriye’ye girmeseydik, Suriye’nin bize gireceğini anlamamak için aptal olmak gerekiyor.
Ancak bu çılgın Türkler Batılıların tüm hayalini boşa çıkarmayı başardı ve 100 yıl sonra tarihi yeniden yazmaya başladı.
Fetullah Gülen denilen Allahsız vatan hainini ise bazen hayırla yad ediyorum! İyi ki 15 Temmuz darbesi yaşanmış ve iyi ki bu darbe sayesinde Türk ordusundaki vatan hainleri temizlenmiş.
Allah var gam yok.
Bundan sonra her şey çok güzel olacak.
Bu arada “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” safsatası da tarih olmuştur. Duymayanlara duyurulur…
Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM …