Nurdan Haber

Yazdığı Risale yüzünden asılan büyük alim!

Yazdığı Risale yüzünden asılan büyük alim!
04 Şubat 2018 - 16:12

Bundan tam 91 yıl önce 4 Şubat 1926’da Ankara İstiklal Mahkemesi kararıyla idam sehpasına yollanan İskilipli Atıf Hoca, şehadetinin yıldönümünde anılıyor.

Hani bir söz vardır, ‘Bir kitap okudum hayatım değişti’ diye. Bir kitap okumak bir insanın hayatını değiştirir mi? Bu ayrı bir tartışma konusu ama İskilipli Atıf Hoca bir kitap yazdığı için hayatı değişti. Bu değişim onu şehitlik mertebesine taşıdı.

Atıf Hoca, Şapka Kanunu’ndan 18 ay önce yazdığı kitabı gerekçe gösterilerek 4 Şubat 1926’da idam edildi. Son devrin din mazlumlarından olan Atıf Hoca’nın kabrinin yeri ailesinden bile yıllarca gizlendi.

NAAŞI 82 YIL SONRA BULUNDU

Tıpkı Seyit Rıza gibi onun da naaşı ve mezarı, ailesinden saklandı. Kabri, idam edildikten 82 yıl sonra eski Hatay Milletvekili Mehmet Sılay’ın yoğun çalışmaları sonucunda bulundu.

Mezarı bulmak için Çorum, Konya, Ankara, İstanbul ve Kırıkkale’den katılan gönüllü uzmanlarla on yıl süren ciddi bir gayret sonucu hedefine ulaşır. Toyhane köyünde yaşayan yeğenleri ve yakın akrabalarından alınan materyallerle eski Mamak semt kabristanı şimdiki adıyla Şafaktepe Parkı’ndan çıkarılan kemiklerle yapılan DNA testi sonucu Atıf Hoca’nın naaşı bulunur. 82 yıl sonra cenaze namazı kılındıktan sonra İskilip’e defnedilir.

AİLESİNİN YAŞADIĞI BÜYÜK DRAM

Atıf Hoca’nın yeğeni Bahaddin İmal,”Hoca’nın eşi Zahide hanımla, kızı Melahat, idamından sonra İstanbul’dan İskilip’e geldiler. Zahide hanım köyde hanımlara Kur’an okuttu. Kızı Melahat, babasının evden götürülmesi ile akli dengesinde gelgitler yaşamış. ‘Bu halim doğuştan değil. Babamı gözlerimin önünde evden alıp götürmeleri büyük bir korku meydana getirdi. Bu hâl yaşadıklarımın eseri’ demiş” diye anlatıyor.

İDAMA GÖTÜREN O RİSALEYİ OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ…

İşte idam sehpasında sallandırılan bir büyük alimin hüzünlü öyküsü:

İSKİLİPLİ ATIF HOCA KİMDİR?

Yaşadığı dönemin en etkili din âlimlerinden, kanaat önderlerinden biriydi. Atıf Hoca, İskilip’in Tophane köyünde doğdu. İlk tahsilini köyde yaptı. 1893’te İstanbul’a gelip medrese tahsili yaptı. 1902’de icazet alarak Darü’l-Fünun’a (İlahiyat Fakültesi) girdi. 1903’te fakülteyi bitirip Fatih Camii’nde vaiz olarak kürsüye çıktı. O dönemin bütün zorluklarına rağmen İslam’ı Anadolu insanına doğru bir şekilde öğretmek için çabalıyordu.

Tanzimat döneminde başlayan ve hızla devam eden Batı özentisi devam ediyordu. Çanakkale ve İstiklal Savaşı’nda Anadolu’nun alimleri, yetişmiş insanları, öğretmenleri şehit olmuştu. Bu nedenle de büyük bir boşluk vardı ve Anadolu insanı bir anda cahil kalmıştı. Atıf Hoca, Müslümanların Batı’ya tıpa tıp benzemesinin yanlışlığını vurgulayan vaazlar veriyordu. Aslında Batı’dan alınan ilim ve fenne karşı bir duruşu yoktu. Yani Batı’ya hepten karşı çıkmıyor, Batı’nın emperyalist emellerine ulaşması için kullandığı metotları deşifre ediyordu. Çok sürmedi bu durum birilerini rahatsız etti ve 31 Mart Olayı’nda (13 Nisan 1909) Sinop’a sürüldü. Oradan Sungurlu’ya sevk edildi. Burada bir süre kaldıktan sonra kendisine “bir yanlışlık” olduğu ifade edilerek serbest bırakıldı. İzmir’in işgaline ilk tepkiyi gösterenler arasındaydı. Kurduğu “İslâm Teal-i Cemiyeti” vasıtasıyla Anadolu’nun toparlanmasına yardımcı oldu. İrşatlarıyla Anadolu’nun yüreğini diri tutmaya çalıştı. Bütün bunları yaparken de kendi vatan ve milletine hizmet etmek dışında bir amaç taşımıyordu. İşte böyle bir dönemde, Atıf Hoca, Batı özentisini eleştiren ve onun zararlarını anlatan “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı eseri kaleme aldı. Kitap yayınlandığında daha şapka kanunu çıkmamıştı. İşte bu kitap, ciddi rahatsızlığa neden oldu. Şapka Kanunu çıkar çıkmaz ilk tutuklananlar arasında yer aldı.

Giresun İstiklal Mahkemesi Atıf Hoca’ya takipsizlik kararı vermesine rağmen 19 Aralık 1925 yılında, Şapka Kanunu’na muhalefet ettiği gerekçesiyle yeniden tutuklanarak Ankara’ya sevk edildi ve Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmaya başlandı. Bu kez isnat edilen suç, “halkı kanunlara karşı kışkırtmak”tı. Oysa Hoca şapka aleyhine hiçbir gösteriye katılmamıştı.

Meşhur Kılıç Ali’nin (nam-ı diğer Kel Ali) reislik ettiği Ankara İstiklal Mahkemesi Savcısı, Hoca için 3 yıl hapis cezası istiyordu. Fakat mahkeme iki gün içinde idam cezası verdi.

Savunma yapmayan Atıf Hoca, 4 Şubat 1926 yılında idam edildi ve şehitlik mertebesine yükseldi. Hoca’nın idam edilmeden önce dudaklarından şu cümleler döküldü: “Elbette, mahşer günü hesaplaşacağız”

Atıf Hoca, inandığı doğrular uğuruna yazdığı 26 sayfalık kitap yüzünden haksız yere idam edildi.

ATIF HOCA’NIN İDAMA GÖRÜLÜŞ ANINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ…

FRENK MUKALLİTLİĞİ VE ŞAPKA KİTABI

Atıf Hoca 1924 yılında “Frenk mukallitliği ve Şapka” kitabını neşretti. Yani şapkaya dair kanunun kabulünden bir buçuk sene evvel. Tabii, diğer kitapları gibi neşretmeden önce onu da Maarif Vekâletine (Milli Eğitim teşkilatı) gönderdi, izin hatta takdir aldı.

Bu risale körü körüne Avrupa taklitçiliğini eleştiren bir eserdi. Atıf Efendi, eserinde; Avrupa’nın ilim ve fennini almanın caiz, hatta lüzumlu bulunup, ama bizde yapılanın ise daha çok şuursuz bir batı taklitçiliği olduğunu, kılık kıyafette onlara benzemenin aslında ruhtaki bir bozuluşa alamet veya onun bedene aksetmesine sebebiyet vereceğini, bunun ise müstakil (bağımsız) bir şahsiyet inşa eden İslam düşüncesine zıt düştüğünü, Resul-i Ekrem’in Ebu Davud gibi sünen kitaplarında geçen “Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır.” hadis-i nebevisi ışığında izah etmeye çalışıyor ve şu hükmü veriyordu:

“Bir Müslüman şiar (simge) ve alamet-i küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (müslüman olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen) memnûdur (yasaktır.)”

Hoca bu görüşünde yalnız da değildi. İşte Bediüzzaman’dan bir misal: “Sonra o zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: “Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi (şapka) başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi.”

Ben de dedim: “On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest (Avrupa hayranı) sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye (dini izin) ve cebr-i kanunî (kanun baskısıyla) cihetiyle girmektense, azîmet-i şer’iye ve takva (dine sıkı bağlanma ve duruş) cihetiyle, (yönüyle) yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.”

Atıf Efendi, kitabını neşrettikten sonra bu eser hakkında bir tenkit (eleştiri) kaleme alan Süleyman Nazif’e verdiği cevapta şöyle diyordu: “Risalede şapkaya dair olan bahisleri Fetava-i Hindiyye, Kadıhan, Bezzaziye, Muhit-i Burhani gibi muteber fıkıh (hukuk) kitaplarından ahz ile (almakla) tercüme ettim. Meselenin ruhuna kendiliğinden bir şey ilave etmedim.”

Bu arada şunu da belirtelim ki, Atıf Efendi meselesinde iki jurnalciden (ispiyoncu) bahsetmek doğru olacaktır;

Zeynelabidin; İsmi ile müsemma olmayan bu şahıs, medrese öğrencisiyken Atıf Efendiye haksız yere kin bağlamış bir ruh hastasıdır. Şapka inkılabı (devrimi) olunca çeşitli yerlere “Filan, şapka aleyhtarıdır” diye ihbarlarda bulunan bu zavallı, Atıf Efendi’nin asılmasında ve onca mazlumun zindanlarda sürünmesinde başlıca amillerden birisidir. Mesela, iğrenç bir hareketinden dolayı kendisini pataklayan ve medreseden kovan Nuruosmaniye Camii imamı Hafız Osman Efendi için; “Frenk Mukallitliği ve Şapka eserini Atıf efendi ile birlikte kaleme aldı” gibi iftiralarda bulunmuştur.
Süleyman Nazif: Bu edibimiz (edebiyatçı) de daha önce oruç ile alakalı bir meselede kaleminin Atıf efendi karşısında susması üzerine intikam için fırsat kollamış, Şapka risalesi yazılınca “Bir Hocaefendiye cevap” adıyla vukufsuzca (meseleye hakim olmadan) bir yazı yazmıştı. Atıf efendi’nin mukabil (karşı) yazısı ve cevabı üzerine daha sert karşılık vermiş ama bunu hocanın eli kolu bağlanıp, hapse gönderildiği sırada yayınlamıştır. Daha sonra da kendi iki makalesini maalesef -Atıf Hocanın verdiği cevabı araya koymadan- “İmana Tasallut” adıyla neşretmiştir.

Süleyman Nazif, adı geçen yazısında tehevvürle (Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek) ve hakaretvari davranmış ve selef ulemasına (İslam’ın ilk dönem alimleri) ağır ithamlarda bulunmuştu. İşte bazı misaller: “Fetva kitapları İslam’a ayak bağı olacak satırlarla dopdoludur.” “Ben bile bugün usulden hüküm çıkarmaya ilmim yeterli olsa, bin iki yüz senelik mezhebimin imamı olan Ebu Hanife’yi aradan hürmetle çıkartarak Peygamberim ve Allah’ımla yalnız kalacağım.” “Hicretin bin senesinden beri fıkıh ve fukaha (hukuk alimleri) bizde cehaleti çoğaltıp, istismar eden zararlı bir kuruluş ve bir sürü zararlı şahıslardır.”

Süleyman Nazif bu yazısında Atıf efendi için de “Dar düşünceli, cahil, Allah’ın haram etme yetkisini gasp eden” gibi seviyesiz ithamlarda bulunmuştu.

Atıf efendi, bu hücuma mükemmel bir cevap verdi. İşte bir paragrafı: “Fıkıh ilminde ihtisas sahiplerinden bulunan ve sözleri her vech (yönü) ile itimada şayan olan (güvenilen) muhterem zatların sözlerine mi Müslümanların itimad ve iman etmesi vacip olur, yoksa kendi itiraf ettiği vech ile, 20’den 45 yaşına kadar 25 sene şüphe vadisinde dolaşıp ve diğer bir makalesinde itiraf ettiği üzere, bu esnada bir çok kimseleri dalalete sürüklemiş (sapıklığa yöneltmiş) olan, on bir senelik bir Müslüman olduğu halde, benim bildiğim bir sene içinde iki defa, dini zaruretlere taarruz eden, (biri orucun mükellefiyetinin vücubunu inkar, diğeri İsa’yı tahkir ve tezyif etmiş olması) artık 25 sene dinsizlik, dalal ve idlal vadisinde yaşayan, on bir senelik İslamiyet zamanında da dini zaruretlere saldırmaktan geri durmayan Süleyman Nazif beyin Şapka hakkında vermiş olduğu hükümlere, fetvaları mı itimat etmeleri lazım geleceğine dair verilecek hükmü yine efkar-ı ammeye havale ederim.”

Bu konuda da sözü Tahir-ül Mevlevi’ye bırakalım: “Bir adam; dine, imana, peygambere hatta Allah’a karşı dil uzatabilir. Bu, onun vicdanına ait bir şeydir. Fakat dindar görünmemek şartıyla. Hem dindar, hem dine tecavüzkar görünmek ya daimi nifaktır (iki yüzlülük) , yahut gizlenemez bir deliliktir. Bana karşı Mevlana’yı takdis ettiğini söyleyen bir adamın, asrın en beliği gazel söyleyeni Muhyiddin Raif bey muvacehesinde (huzurunda) onun, (haşa) Hüsameddin ismindeki oğlana abayı yakmış bir kallaş olduğunu ağıza alması, zekasının taşkın ve derece-i lüzumu pek aşkın bulunduğuna delalet eder. Bu gibilere acınır ve Allah şifa versin denilir.

Lakin bir adamın en tehlikeli anında, sırf ilmi bir mübahesedeki (tartışmadaki) mağlubiyetin hıncını çıkarmak için onun aleyhinde ve müdafaa edemeyeceği bir surette jurnal vermeye (şikayete) kalkışmak ne dinde hoş görülür ne dinsizlikte.”

KAYNAK: HABER7
Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )