“İnsanın en mühim meselesi, cehennemden kurtulmaktır.”
İnsan bu dünyaya ebedi, sürurlu ve kararlı bir hayatı kazanmak veya kaybetmek üzere imtihana gönderilmiştir. Ebedi cennetin anahtarı iman, yolu ise Rabbimizin emirlerini yapıp yasaklarından sakınmak, istikamet dairesinde hayat sürmek, marifet, ubudiyet, takva, zikir ve tefekkür gibi ulvi ibadetleri yapmaktır.
Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur: “… Herkesin, iman mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve baki ve daimî bir tarlayı ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Bu asırda maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyorlar… Acaba kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?” (Asa-yı Musa, 4. Mesele)
Her insanın asıl meselemiz ve en ehemmiyetli vazifesi, ahrete iman ile göçmek, emaneti hakiki sahibine güzel bir şekilde teslim etmektir. Aksi halde bu imtihanın vizesi, finali, bütünlemesi ve telafisi yoktur. Bunun için her insan, imanını muhafaza etme konusunda çok hassas olmalı, akıbetinden korkmalı, iman ile göçüp göçmeme tehlikesinden dolayı endişe edip titremelidir. Zira Her insan için en büyük dava, en mühim mesele; imtihanı kazanmak, dünyadan iman ile göçmek, Rabbinin rızasını kazanmak ve ebedi saadete mazhar olmaktır.
Bir hekim hastaya değil, hastalığa düşman olduğu ve onu tedavi ettiği gibi, eşsiz şefkat sahibi olan Habib-i Edip Efendimiz de müşriklere değil, müşrikliğe düşman idi. Onların hidayete ermeleri için gayret ediyor, davetini kabul etmedikleri zaman ziyadesiyle üzülüyordu. Bunun içindir ki şu ayet-i kerime nazil oldu: “Şimdi bu söze inanmazlarsa, sen onların arkalarından adeta kendini tüketeceksin!” (Kehf Suresi, 18/6)
Bu ayet, Hz. Peygamberin (sav.) insanların hidayete ermeleri ve ebedi azaptan kurtulmaları için ne derece eşsiz bir şefkat sahibi olduğunu ifade etmektedir. Yüce Allah bir kişinin hidayete ermesi ve ebedi saadete mazhar olması için bir peygamber göndermiştir. Bunun içindir ki Habib-i Kibriya Efendimiz (sav.) şöyle buyururlar: “Bir kişinin imanını kurtarmaya vesile olmak, sahralar dolusu kırmızı koyun ve altından daha hayırlıdır.”
Bazı peygamberlerin yalnız bir kaç ümmeti olmuş, bazılarının ise hiç ümmeti olmamış. Ama onlar tebliğ vazifesini ifa etmiş ve onun azim mükâfatını almışlardır. Çünkü “Peygamberlere düşen sadece tebliğ yapmaktır.” (Maide Suresi, 5/99)
“Asıl Hüner Cennete Adam Kazandırmaktır”
Abdullah bin Cahş beraberindeki askerlerle cihada çıkmıştı. Nahle’ye vardıklarında Kureyşlilerin Taif’ten gelen bir ticaret kervanı ile karşılaştılar ve kervanı ele geçirirdiler. Mekke’nin ileri gelenlerinden Hakem bin Keysan’ı da esir ederek Medine’ye döndüler.
Habib-i Kibriyar Efendimiz (sav.), Hakem bin Keysan’ı İslâm’a davet etti. Keysan, daveti kabul etmediği gibi, Resullulah Efendimize hakarete varan sözler söyledi. Onun sözlerine dayanamayan Hz. Ömer (r.a): “Ya Resulallah! Bu adamla ne diye konuşuyorsun? Belli ki Müslüman olmayacak, müsaade et de cezasını verelim” der.
Resul-i Ekrem Efendimiz (sav.), Hz. Ömer’in sözünü dikkate almaz, Hakem bin Keysan’a İslam dinini anlatmağa devam eder. Hakem, Allah Resulünün (sav.) anlattıklarından etkilenir ve Kelime-i Şahadet getirerek İslâm dini ile şereflenir. Bu durum karşısında ziyadesiyle sevinen Fahr-i Âlem Efendimiz (sav.) ashabına dönerek şöyle buyurur: “Eğer bu zat hakkında, sizin görüşünüze uysaydık, onu ilk anda öldürmüş ve cehenneme yollamış olurduk.”
Hz. Ömer (ra.) Hakem bin Keysan’ı her gördüğünde; “Eğer Allah Resulü benim dediğimi yapsaydı, şimdi bu kişi cehennemde olacaktı” diye söylenir, üzüntüsünü ve pişmanlığını ifade ederdi.
Kaderin cilvesine bakınız ki, Mürşid-i Ekmel Efendimizin (sav.) şefkati, sabrı ve eşsiz hoşgörüsü sayesinde küfürden kurtulup İslâm dini ile şereflenen Hakem, daha sonra müşriklerin hazırladığı Maune Kuyusu komplosunda şehit düştü ve en yüce mertebeye ulaştı.
Demek ki asıl hüner, cehenneme adam göndermek değil, cennete adam kazandırmaktır.
Müslümanlar özellikle de tebliğ vazifesinde bulunanlar, Kur’an’ın ulvi hakikatlerini, Resul-i Ekrem Efendimizin (sav.) metotlarını kendilerine rehber edinmelidirler ki, sözleri tesir etsin ve insanlar hidayete ersinler. Eğer Müslümanlar fiil ve davranışlarıyla o kudsi dine perde değil ayna olabilseler, istikbal İslam’ın olacaktır biiznillah. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle ifade etmektedir: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”
Yahudi Delikanlı
Resul-i Ekrem Efendimiz (sav.) kendisine hizmet etmiş olan bir Yahudi delikanlının hastalandığını duyunca ziyaretine gider. Durumu gayet ağır olan henüz çocuk denecek yaştaki Yahudi’nin başucunda oturur ve onu İslam dinine davet eder. Çocuğun babası da oradadır. Çocuk, acaba babam bu duruma ne diyecek, düşüncesiyle ona bakınca, babası; “Ebül-Kasım’a itaat et!” der. Bunun üzerine genç kelime-i şahadet getirerek Müslüman olur. Resul-i Ekrem Efendimize (sav.) yapmış olduğu hizmetin bir mükâfatı olarak, Yüce Allah ona İslam dinini nasip eder. Delikanlının hidayete ermesine ve ebedi saadete kavuşmasına vesile olan Resulullah Efendimiz; “Onu cehennemde cayır cayır yanmaktan kurtaran Allah’a hamd ü senalar olsun!” diye Cenab-ı Hakk’a hamt eder.
Dayanılmaz eza ve cefalara maruz kalan, ömrü sürgünlerde ve hapislerde geçen, insanların imanlarını muhafaza etmeleri için gayret gösteren Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurur:
“Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” (Tarihçe-i Hayat)
Bediüzzaman Hazretlerinin sadık talebelerinden biri olan büyük dava adamı Zübeyir Gündüzalp da şöyle der: “Teessür ve ıstırap karşısında kalpten bir parça kopacaksa, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lazım gelir.”
Fakir bir insana sadaka vermek, onu yedirip içirmek başka, onun maneviyatına, ebedi hayatına faydalı olacak uhrevi şeyler vermek daha başkadır. Bir gencin dünyevi ihtiyacını temin etmek başka, onun faziletli, edepli, vatanına ve milletine faydalı bir fert haline gelmesine vesile olmak daha başkadır. Gayretimiz, himmetimiz ve şefkatimiz ahrete nispeten bir zindan hükmünde olan bu fani dünya için değil, ebedi hayat için olmalıdır. Bir gence elbise giydirmek, burs vermek güzeldir ama namaz kılmayan bir genci namaza başlatmak daha güzeldir, daha mühimdir. Zira “Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryat etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler.” (Lem’alar, 2.Lem’a)
Rabbim dini musibetlerden muhafaza eylesin. Rabbim son nefeste iman ile göçmeyi, Kevser suyu içmeyi, cennet ve cemaliyle müşerref olmayı nasip etsin inşallah…