Dünyâmızı sâbit gibi gördük, kandık.
Eyvâh bize, eyvâh! Ne kadar aldandık!
Bir anda söner ömrümüzün şu’lesi, ya;
Hiç sönmeyecek tâ be-kıyâmet sandık…
İnsanoğlunun dünyâya gönderilişinden bugüne kadar geçen süre içinde geçirdiği safhaların büyük bir bölümü bilinmezlik perdesi altındadır. Son asırda gelişen teknik imkânlardan istifâde ile bulunan fosillerin, insan kemiklerinin, âdemoğlunun elinden çıkmış eserlerin yaşı hakkında sıhhatli bilgiler edinilmeye başlanmıştır. Yer küresinin yaratılması ile ilk insanın arza ayak basması arasındaki uzun süre, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Âdem’in yaratılması konusunda Cenâb-ı Hakk ile melekler arasında geçen mükâlemedeki hâle mutâbakat göstermektedir. Gaz ve alev hâlinden bir insanın yaşayabileceği durumuna gelinceye kadar arzın geçirdiği müddet, insanın zaman ölçüsüne göre, kim bilir, kaç milyar yıldır… Beşerin hayât mâcerâsını hakîkatı ile bilmek ancak âhiret âlemlerinde nasîb olabilecektir.
Yaradılışındaki gàyenin ne olduğunu anlamak istemeyen kişi, hemen bu sözünü ettiğimiz müddetin uzunluğuna bakarak, yeryüzünün ömrü ile birlikte kendi hayâtının sonsuzluğunu tevehhüm etmektedir. Böyle basit bir aldatmacaya râzı olmanın akılla bir ilgisi bulunmadığı mâlûmdur. Çünki, arz bilmem kaç milyar yaşında olmasına rağmen, birkaç asırdır yaşayan bir insana rastlamak mümkin olmamıştır. Demek, insanın beşiği, evi ve gemisi olan dünyâ hayli uzun ömürlü olsa bile; bunu benî-Âdem için söylemek imkânsızdır.
Maddî yapısının bu kısa zamanla sınırlı olması yanında, insanoğlunun mânevî yapısı sonsuza göre ayarlanmıştır. Yine bugünki ilmî buluşların ışığında, beyin hücrelerinin sayısı ile bunların bir ömür içindeki kullanış oranları göz önüne alındığında, beynin ebedî bir âlem için planlandığı anlaşılmaktadır. Buna dîğer mânevî cihâzları ve duyguları kıyasladığımızda şu kısa ömürlü varlığın, ebed için yaratıldığı gün gibi ortaya çıkar. Basît bir ihtimâli nazara alarak gelecek belâlardan sakınmakta mâhir olan insanoğlunun, böyle neredeyse yüzde yüz muhtemel olduğu ap-açık olan bir bekà namzedliği karşısında, kendine düşeni yapmak konusunda gösterdiği ihmâli yadırgamamak elde değil!
Oysa ki, böyle bir istikbâle hazırlık için istenen mükellefiyetler pek de zor ve ağır değildir. Mes’ûliyyetine uygun şekilde ömür geçirmekle kaybedilecek her hangi bir şey yoktur. Kazanç ise kat’îdir; peşînen gelen bir râhatlık ve huzûr vardır. Çevreye ve canlı-cansız alâkadâr olduğu varlıklara gösterilecek şefkat, sevgi, saygı, dîğergamlık; sulh, sükûnet içinde bir hayâtın garantisidir. Komşuluk, dostluk, akrabâlık, hemşehrîlik gibi pek çok vesîlelerle yardımlaşma, dayanışma ve emniyyet içinde yaşanan hayâttan daha güzeli düşünülebilir mi?
Bütün insânî değerler, ancak böyle bir inanç çerçevesi içinde yeşermektedir. İnsanın maddî yapısını meydana getiren nebâtî ve hayvânî yönlerine galebe çalacak kuvvet, ancak insânî seciyelerdedir. Bütün bunlar da dînî emirlerin içinde yer almaktadır. Tâ ilk yaradılıştan insanlara saâdetin yollarını bildiren Cenâb-ı Hâlik-i Hakîm, böylece yarattığı mahlûkàtın en eşrefi olan Âdem’in (as) çocuklarına azîm rahmet ve şefkatini göstermiştir.
Dikkat edilirse, insandaki ebediyyet arzûsunu doyuracak hiçbir maddî varlığın bulunmadığı sezilecektir. Çünki, insana ne verirseniz veriniz, bekàsı olmadığı için, onun hissiyyâtını tatmîn etmemektedir. Dünyâyı yutsa tok olmayacak bu duyguların madde ile doyurulması kàbil değildir. Bugüne kadar doyan bir şahsa da rastlanmamıştır. Mânevî âlemlere dalmış nice bahtiyâr insan sayılabilir ki, dünyâlığı bir avuçtan ibârettir; ama mes’ûddur. Demek, mâneviyyâtın maddiyyât ile doldurulması mümkin değildir… Aynı cinsten olmayanların matematikte toplanıp çıkarılamayacağı, çarpılıp bölünemeyeceği gibi; her iki vecih birbiriyle eşitlenmeyecek değerlerden meydana gelmektedir.