Şu zamanda, bîçare bazı hocaları ve sofuları kullanarak, islam dünyasında ve hususan Türkiye’de ziyade teveccühlere mazhar olmuş ve olmakta berdevam olan asrımızın en parlak ve yegâne bir iman kurtarıcısı olan Bediüzzaman ve onun şaheser denebilecek bir kıymet-i hüviyete haiz olan Risale-i Nur’a karşı safdil Müslümanlarda bir çekinmek, bir soğukluk vermek için hiç hatıra gelmeyen temelsiz iddia ve bahanelerle, Bediüzzaman hazretlerine saldırmakta birbiriyle yarışan ülema-üs sû’ kılıklı hacı-hocaların piyasada boy gösterdiğine müteessifane şahitlik etmekteyiz.
Ahmak-ul humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmaklar ve bazı divane hezeyancılar tarafından serrişte edilen bazı temelsiz iddia ve acib manasız sözlerle, safdil Müslümanların kalb ve ruh âlemlerinde, Bediüzaman ve eşşiz bir kur’an tefsiri olan risale-i nurlar hakkında leke bırakıp bulantı vermeye çalışan, ismi ve sıfatı her ne olursa olsun şüphesiz perde altında çalışan ehl-i zındıkadır.
Fakat bu zındıka komiteleri, şeytan komutasında münafıkane harekete me’mur oldukları için, bizatihi meydana çıkmayarak; cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bid’a taraftarları veya enaniyetli sofi-meşreblileri kullanmak suretiyle, bazı temelsiz iddia hile ve kurnazlıkları ile kirli emellerine ulaşmayı hedefledikleri aşikâr olmuştur.
Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle “her üren kelbin ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz.” dile getirdiği hakikate binaen; amacımız ahirzamanın kalbi mühürlenmiş, deccal ve süfyanlardan beslenen bu dehşetli zındıka komitelerine laf anlatmak değil elbette..
Belki asıl amaç ve gayemiz ise; “Hâlıkımız bizden ne suretle razı olacak ve bugün ne gibi bir sa’y ile sahife-i hayatımı kapatacağım? Acaba ümmeti bulunduğumuz o sevgili Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin, dalalet yolunu tutan veyahut dalalete gidenlerin arkalarından giden ümmetlerini, ne suretle tarîk-ı hidayete getirmek için sa’y etsek hoşnudiyet-i Peygamberî’yi (A.S.M.) celbedebiliriz?” duyguları ve mefkûreleriyle yaşamanın bir neticesi olarak hak ve hakikatın tercümanlığını yaparak; ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyanın arkasında saf tutmuş safdil tarafdarlar ile ekseriyet teşkil etmesine manevi bir sed çekmek suretiyle, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verdirmemektir.
Yalan ve doğruluğun aynı çarşı ve pazarda, bulanık bir vaziyette servis edildiği biz ahirzaman sakinlerine düşen en büyük bir vazife ise; kısmen doğru, kısmen yanlış olabilecek türlü iddiaları yahut bütünüyle iftira olabilecek bazı hezeyanları, işin asıl kaynağına yahut muhataplarına ulaşmak ve satır satır kitabi olmak suretiyle, maneviyat dünyamızda oluşabilecek bulanıklığı tez elden gidermeye çalışmaktır.
Asrımızın “gören gözlere” malum olmuş meşhur zındıka komitelerinden beslenip ders alan münafıklar, yine şeytan hesabına Kur’an güneşini üflemekle söndürmeğe, aptal çocuklar gibi ahmakane ve divanecesine çalışmaları hikmetiyle, çok uzun zamandır, bıkmadan ve usanmadan mümkün olan her zaman ve zeminde dillerine doladıkları yersiz ve bulanık bir iddia varki, bu iddia sahipleri, maalesef Bedîüzzaman ve Mehmed Âkif gibi Osmanlının son dönem İslâm âlimlerinin meşrû dairedeki hürriyet ve meşrûtiyeti istemeleri ile ilgili makale ve neşriyatlarını, sapla samanı karıştırmak suretiyle Abdülhamid düşmanlığına atfetme çabalarını görmekteyiz.
Böylesi çabaların bilerek yahut bilmeyerek ehl-i nifakın hilelerine zemin ihzar edip ehl-i zındıkanın değirmenine su taşımak suretiyle; herbiri kendi alanında nice hizmetler etmiş böylesi islam kahramanlarını karşı karşıya getirme şeklinde su-i istimal edildiğini ise her gün medyada boy gösteren “nadanların” temelsiz iddia ve safsatalarını âleme intişar etmek suretiyle kendini göstermektedir.
İşte bizde bu ehemmiyetli meselenin Bediüzzaman hazretlerini alakadar eden yahut üstadımız ile irtibatlandırılan bazı hususi mesailin tahlilini, bu mevzunun ehl-i vukuf tarihçiler tarafından yapılan tafsilatlı izahatlarından mücmel hülasalar nev’inden kısa bir açıklamasını ele alacağız.
Zira Abdulhamid döneminin Bediüüzaman, Mehmed Akif, Elmalılı Hamdi Yazır gibi çok mühim manen vazifeli simaları, herhangi bir vatandaşın salt eleştirmesinden öte bir irşad ve ikaz sisteminde ve müsbet bir tarzda, hususan Hafiye Teşkilâtının son zamanlardaki baskı idâresini ve Abdülhamid’in kurduğu hükûmetlerinde yer alan bazı münafık ve dönmelerin, bazan istibdâd denebilecek faaliyetlerini ikaz ve irşad nev’inden tenkidleri olmuştur.
Bedîüzzaman hazretlerinin dönemin neşriyatlarında kayda geçmiş ifadelerinden anlaşılacağı üzere, Abdülhamid zamanında yapılan tüm istibdâdlar ve baskılar onun şahsına verilmiyor. Zira bu baskıların ekserini, İngiliz beslemesi devşirme münafık ve dönmeler eliyle yapılmış ve neticesinde ittihatçılar tarafından sultan Abdulhamide fatura kesilmek suretiyle ona mal edilmeye çalışılmıştır.
Said Nursi hazretlerinin, Sultan Abdülhamid’le olan ilişkisinde ve eleştirilerinde çağdaşlarından ve özellikle Mehmed Akif gibi dönemin aydınlarından ayıran asıl önemli nokta ise, muhalefetini şahsileştirmemesidir. O, prensipler üzerinde durur ve “Yıldız’daki baykuş” gibi sabık dönemin bir kısım aydınları tarafından sultan Abdulhamid hakkında sarfedilen basit ve ucuz hakaretlere asla prim vermemiştir. En ateşli yazılarında bile, hatta çağının modası olan “istibdad”ı eleştirirken dahi muhalefetini ısrarla “müstebid”in şahsına bağlamaktan kaçınmıştır.
Her biri Abdülhamid’e düşmanlık yapmayı gerektirecek kadar ağır tecrübeleri (akıl hastanesine kapatılmak ve hapishaneye atılmak, sorgulanmak vs.) bilfiil yaşamış bulunan Bediüzzaman hazretlerinin, bütün bunlara rağmen, yine de bir noktada diğer muhaliflerden ayrıldığını çok net olarak görebiliyoruz. Zira O, Sultan Abdülhamid hakkında, Şer’i prensiplerden hareket etmek suretiyle hükümler vermeye devam etmiş, meseleyi şahsîleştirmekten ısrarla kaçınmıştır.
Demek buraya kadar ifade edilen hakikatlerden anlaşılacağı üzere, Bedîüzzaman hazretlerinin Abdülhamid’in şahsiyetine karşı muhâlif ve muarız oldukları, hatta yalan ve iftirada biraz daha ileri gidip Abdulhamid’in tahttan indirilmesine zemin hazırlayan hal’ fetvasına taraftar olup zemin hazırladığı şeklindeki iddialar ise kesinlikle doğru değildir.
Hal’ Fetvâsını ise zamanın Fetvâ Emini Hacı Nuri Efendi imzalamamıştır; ancak maalesef İttihâdcıların kuklası haline gelen Şeyhül-İslâm Mehmed Ziyâuddin Efendi tarafından imzalanmak suretiyle meseleye resmiyet kazandırılmıştır.
Bu fetvâdaki hal’ gerekçeleri ise bütünüyle iftiradır. Zira “Sultan Abdülhamid’in 31 Mart Vak’asına sebep olduğu”zikredilmiştir ki, sonradan tamamen yalan olduğu ortaya çıkmıştır. “Dini kitapları yaktırdığı” iddia edilmiştir ki, tam bir iftiradır; zira en çok dini kitap onun döneminde basılmıştır. “Devlet hazinesini israf ettiği” söylenmektedir ki, Abdülhamid gibi veli bir Padişaha bunu isnad etmeyi şeytan bile kabul etmez. “Zâlim” olduğu ileri sürülmüştür ki, iktidarı boyunca idam cezasını uygulamadığı herkesin malumu olmuştur.
1907’de İstanbul’a gelen Bedîüzzaman hazretleri, Meşrûtiyetin ilânının ilk günlerinde irad ettiği bir nutkunda,Sultan Abdülhamid’i, “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halîfe-i Peygamberî” olarak tavsif etmiş ve böylece onun manevi şahsiyet ve makamına bedihi bir surette vurgu yapmıştır.
Üstâdımızın hayatındaki birinci bir düstûru: Kur’an‑ı Hakim’in bir Kanûn‑u esasisidir ki; “Bir adamın cinâyetiyle başkası mes’ul olamaz!..” Kaide‑i Kur’aniyesiyle o Padişah’ın zamanındaki hükûmetin hataları ona verilmez, diye daima hayatında ona hüsn‑ü zan etmiş. Onun ba’zı zaman mecburiyetle ettiği kusurları onun muarızlarına karşı te’vile çalışmış.
Üstâdımızdan hem işitmişiz, hem halinden anlamışız ki: Ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve metanet, hususan âlem‑i İslâmın kısm‑ı azamının Halîfesi olmak; Hem biçare Vilâyat‑ı Şarkiye’nin bedevi aşâirini Hamidiye alayları ile en yüksek bir derece‑i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi ve Hamidiye camiinde her cuma günü bulunması ve şe’âir‑i İslâmiye’yi elden geldiği kadar müraat etmesi ve daima yıldız dairesinde ma’nevî Üstâd kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi; çok hasenatı için Üstâdımız bütün hayatında onu Padişahlar içinde bir nevi velî hükmüne geçtiğini kanaat etmiştir.
İnsan hatasız olmaz. Eğer onun hakkında o zaman nutuklarında, bir mecburiyet tahtında şiddetli hataları olsa da, elbette o hatanın hiç bir ehemmiyeti kalmaz. Hem Aşere‑i Mübeşşere içinde, Hazret‑i Ali (R.A.) ile Hazret‑i Talha ve Zübeyir’in birbiri hakkındaki hataları, onların Hakikat‑ı İslâmiye’ye dair uhuvvetlerine zarar vermediği gibi, elli sene evvel Üstâdımızın merhum Padişah’ın hakkında bir hatası medar‑ı i’tiraz olamaz.
Görüldüğü üzere merhum Sultan Abdülhamid meselesinde, onun hasenâtı seyyiâtına mutlak şekilde galib olduğundan ma’nevî makâmı ve derecesi yüksek olduğu belirtiyor. Bedîüzzaman Hazretleri diğer hürriyetperverlerden çok daha hafif sayılacak bir derecedeki itirazları bir tarafa; irşad ve ikaz kabilinden bazı nasihatların lüzumundan bahisle birlikte Padişah’ı lâyık olduğu nisbette de medhediyor.
“Tarih tekerrürden ibarettir” sözünün günümüze bir yansıması nev’inden olarak, daha 1950’li yıllarda şimdiki gibi bazı müfteriler tarafından, Bedîüzzaman hazretlerinin sanki İttihâdçıları destekleyerek Sultan Abdülhamid’e muhâlif ve muarız olduğu iddiaları serrişte edilip yayılmaya başlamıştır.
Hâlbuki üstadımız neşredilen yüzlerce sahife nur külliyatının müteaddit yerlerinde, meselemizle alakalı lahika mektuplarındaki hakikatlare nazarımızı çevirip, bu meselenin aslını izah ve ifade ettiğine kanaat edip bu mebhası kapatıyoruz.
Bedîüzzaman Hazretleri’nin son on senelik hayatının şahitlerinden, en yakın talebe ve hizmetkârlarından nakledilen, meselemizle alakadar ehemmiyetli bir hatırayı nakletmekle bu bahse hatime veriyoruz;
Mustafa Sungur ve Bayram Yüksel: Bir gün Üstâdımız merhum Sultan Abdülhamid hakkında demişti ki: “Sultan Abdülhamid velidir. Ben onu hususi dualarım içine almışım. Her sabah, “ya Rabbi sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hânedân‑ı Osmaniye’den râzı ol!” diye dualarımda yadederim” demişlerdi.