Ömür Takvîmi
Eylûl ve ikindi, benziyor birbirine.
Yaz bitdi ve gün erişdi son demlerine.
Güz mevsimi, akşamın garîb hüznüne denk.
Ömrün de hazânı geldi, gençlik yerine.
Takvîmlerin, sür’atle akan suyun döndürdüğü dolaplar gibi çevrilmesine alıştık. Günler, ayları; aylar, mevsimleri kovalıyor. Ömür ne kadar hızla akıyor! Yılların geçip gidişini bâzen hazla, bâzen kederle seyrediyoruz. Zamânın üstümüzdeki te’sîri izâfî: sıkıntılı vakitlerimizde sâniyeler yıl gibi uzun; sevdiklerimizle birlikte iken yıllar sâniye kısalığında…
Aslında her zaman, dakîka altmış sâniye ve yıl oniki ay! Ömürler var: asırlara bedel; kısacık hayâtlar var: Kadîr Gecesinin sırrına ermiş, sermediyetin tohumunu saklıyor… Beşeriyetin yaşı sınırlı, ancak netîceleri îtibâriyle ebedî: kimi cennette, kimi cehennemde de olsa, tükenmeyecek, bitmeyecek, sona ermeyecek!
Her işin mukadder sonuna yaklaşmak insana hüzün verir. Hazâna yüz tutan yazlar, kışa yaklaşan sonbaharlar; biten gün, batan güneş, kaybolan aydınlık… Gençliğin geçmesi, ihtiyârlığın ölüme tebeddülü, milyonda ve milyarda bir bulunan ehl-i hakîkate anlaşılması zor bir lezzet sunsa da bizim gibi dünyâ hayâtını gàye edinenlere hep keder vermektedir. Ölümü düğün gecesine benzetenler; Afyon hapishânesindeki soğuk gecelere zorlukla katlanan yaşlı ve hasta vücûdlarına rağmen, bu ihtiyârlığını gençliğine değişmeyenler o milyonda, milyarda birlere dâhildir.
Hayâtımızın sonunu kendimiz tâyin etmeye kalksak, Allah bilir, ne kötü hâllere düşeriz! Bitmeyen işler, tamamlanamayan tasavvurlar, yarıda kalmaya mahkûm emellerle maddî ve mânevî sağlığını kaybetmiş bir insan düşünelim: dünyânın şu şartlarında binler sene yaşasa da ne kıymeti olur? Böyle bir hayât azâbdan başka bir zevk verebilir mi? Cenâb-ı Hakk’ın ibret almamız için bizlere gösterdiği istisnâ manzaralar vardır: yıllarca yatalak yaşayan, ölümü istediği hâlde elde edemeyen insanları görmüş, işitmişizdir. Yokluk, hastalık, baskı, zulüm, çeşitli âfetler karşısında âciz beşere, ölüm bir kurtuluş değil midir?
Şu gördüğümüz âlemde hiçbir varlığın maddî yapısı ebedî kalmaya uygun yaratılmamıştır. Sonsuzluk arzûsu her mahlûkta bulunmaktadır. Mânevî bütün duygular, bütün uzuvlarıyla bekàya işâret etmektedir. Şu âlem-i şehâdet, sayısız şehâdet parmaklarıyla âhireti göstermektedir. Her hâl ve her varlık ebede, sonsuzluğa, sermediyete, ölümsüzlüğe doğru sözlü birer tanıktır; yanılmaz birer delîldir; cerhedilmez birer bürhândır…
Güneş batmadan istirâhat âlemine girilemeyeceği gibi, ölüm olmadan ebedler tarafına adım atılamaz. Güzün olgun meyvelerini toplamak için yazın sona ermesi gerekmektedir. Çiftçi, yılın yorgunluğunu kışın çıkarabilecektir. Ömrün kemâli yaşlılıkladır. Gençliğin zevâli olmazsa ihtiyârlığın kemâline erişilemez ki…
Rûhun madde esâretinden kurtulması için beden prangasının çözülmesi lâzımdır. Dünyâ hayâtının levâzımâtını elde edip, mânevî yemişlerini sonsuzluk âleminde depolayan insanın, bu ayak bağından kurtulmadan ebedler âlemine geçebilmesi imkân hâricidir. Aslı öyle olmasa da, Ağustos böceği ile karınca, bu konuda bizim ders çıkartmamız için uygun bir meseldir.
Yaratılış maksadına uygun yaşamak, her günün ve her mevsimin hakkını îfâya çalışmak, ömrün sonunda yapılacak hasadın verimli olmasına vesîledir. Şartlarına uygun bir zirâat, Allahu Teâlâ’nın izni ile mahsûlün bereketini sağlamaz mı? Hâlık-i Hakîm’in emri ve hikmeti dâiresinde, sünnet-i seniye çizgisinde geçirilecek bir ömrün netîcesi de af ve mağfirettir; cennet ve saâdet-i ebediyedir; Cemâl ve Rızâ-i İlâhîye nâiliyettir.