Av. Gültekin Sarıgül anlatıyor:
ÜSTADIN BURDUR HAYATINDAN…
Tren yolculuğumuz sürüyordu. Bu arada Emekli Lise Öğretmeni Hasan Melli Ağabey’in yanındaki hanımın, kendisinin gelini olduğunu öğrendim. Bizi dikkatle ve feyizle dinliyordu. Hatta bir ara: “Allah’a hamd ü senalar olsun. Bediüzzaman Hazretleri’ni bizzat gören iki gözü bana gösterdi” dedi. İçimden “Allahu ekber! Şu kadının iman ve teslimiyetine bak!” dedim.
Bir ara Hasan Melli Ağabey’e Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin Burdur’daki hayatından anlatmasını rica ettim. Çok güzel, çok kıymetli hatıralar anlattı bana. Şöyle ki:
“Üstad Bediüzzaman Hazretleri Burdur’da kaldıkları müddetçe Hilmi Bey ile beraber hep ziyaretlerine giderdik. Hilmi Bey, öğretmenlik yaptığım aynı lisede benden daha kıdemli bir muallim idi. Üstad Burdur’da bir evde kalıyordu. Sohbet için yanına gittiğimizde, Hilmi Bey ayakkabılarını çıkarıp benden evvel girer, ben de arkasından aynı şekilde takip eder girerdim. Üstad, “mak’ad” denilen biraz yüksekçe bir yerde otururdu. Gelen cemaat ise yerde halka teşkil edecek şekilde otururlardı. Hilmi Bey, Üstad’ın elini öptükten sonra, Üstad ekseriya onu sağ yanına oturturlardı, beni de sol tarafına…”
“Üstad sohbete başlamadan evvel hâl hatır sorardı. Tıpkı şimdi senin müşahede ettiğin gibi şark şivesiyle kelimeleri kısaltarak konuşurdu. Bu fasıl beş-on dakika devam ederdi. Bilahare diz üstü oturur ve ‘Şimdi biraz da hocalık yapalım’ der, besmele ve salavat-ı şerifeyi takiben konuya adeta gürleyen bir ırmak gibi girerdi. Mübarek ağzından, risalelerdeki o beliğ ve bedî ifadeler gibi kelimeler dökülmeye başlardı. O zaman ne şark şivesi, ne de başka bir şey kalırdı! Haza bir Osmanlı İstanbul Efendisi gibi konuşurdu. Bu iki şahsiyeti arasındaki bariz fark bizi hayrette bırakırdı.”
“Vazife yaptığım lisede Kemal adında bir tarih muallimi vardı. Kendisi münkirdi, inançsızdı. Bir gün aramızda Hazret-i İsa (a.s.) hakkında çok şiddetli bir münakaşa geçmişti. Nerede ise kavga edecektik. Neticede biz birbirimizden koptuk ve bir ay kadar konuşmadık. Ben bu hadiseyi kimseye de anlatmadım. Zaten anlatılacak bir şey de değildi. Bir ay sonra lisede Hilmi Bey ile beraber oturuyordum. Bir anda Kemal yanımıza geldi:
“Hep Bediüzzaman diye birinden bahsediyorsunuz… Çok da büyütüyorsunuz… Beni de yanına götürseniz ya! Bak, ona bazı sualler soracağım. bakalım altından kalkabilecek mi?” dedi. Ben hemen kendisine mukabelede bulundum: “Sende din yok, iman yok, abdest yok… bu vaziyette seni nasıl O’na götürelim? Hem sen oraya ayakkabı ile de girmeye kalkarsın” dedim. Hilmi Bey hemen araya girdi. “Eğer Kemal Bey hakikaten arzu ediyorsa bizim vazifemiz kendisini oraya kadar götürmektir. Ondan sonrası da Allah’a aittir” dedi. Ben de “Peki” dedim ve beraberce buluşup Üstad’ın kaldığı eve doğru yola çıktık.
Üstad’ın evine vardık. Yalnız Kemal daha önceden ayakkabılarını çıkarmayacağını söylemişti. Kapıyı çaldık, açıldı. İçeriye önce Hilmi Bey ayakkabılarını çıkararak girdi. Sonra aynı şekilde ben girdim. İçerde yirmiye yakın kişi, iki halka şeklinde, diz üstü oturmuş, kemal-i edeple Üstad’ı dinliyorlardı. Kemal Bey bu vaziyeti görünce hemen eğildi ve ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi. Üstad’a doğru yanaştık. Hilmi Bey elini öptü. Üstad onu sağ tarafına oturttu. Ben de elini öptüm, beni de sol tarafına oturttu. Sıra Kemal’e gelmişti… Kemal, Üstad’a yaklaşınca, Üstad hiç yapmadığı bir tavır gösterdi. Başlarını mümkün mertebe aşağıya eğdi ve sağ elini imkân nispetinde yukarıya kaldırdı. Aslında normal hallerde Üstad elini pek öptürmezdi. Fakat bu şekilde, Kemal, ayakta Üstad’ın elini öpmeye muztar kalmıştı. Üstad kendisinin nereye oturacağını da göstermedi. Kemal, bir sağına, bir soluna baktı. Rengi kırmızıya döndü. Perişan bir vaziyette Üstad’ın dizinin dibine yığılıverdi. Bir kaç dakikalık soğuk bir duş yaşatmıştı Üstad ona. Akabinde Üstad Hazretleri konuşmasına kaldığı yerden devam etti:
“Evet, Kara Kavak ağacından bahsediyorduk. Kavak ağacı, bahar gelince yapraklanır ve tomurcuklanır. Mevsimi gelince tomurcuklar kemale erer ve açılırlar. İçlerinden sinekler uçuşurlar. Sonra bildiğimiz kiraz ağacı… Bahar gelince çiçeklenir ve yapraklanır. Çiçekler dökülür ve küçük tomurcuklar hâsıl olur. Mevsimi gelince de tomurcuklar erer, iştihamızı çeker hale gelirler. Yemek için bir tane koparırsın. Bakarsın ki cidarında hiçbir delik yok. Ama açarsın içinde kurt teşekkül etmiş. Ben bu hususu tetkik ettim. (Yirmiye yakın botanik âlimlerinin isimlerini sayarak) filancanın, filancanın eserlerini okudum. Hiç birisinin bu meseleye tatminkâr bir izah getiremediklerini müşahede ettim. İşte kavak ağacının tomurcuklarındaki sineklerin, kiraz içindeki kurdun menşeine izah getiremeyenler (Dizinin dibine oturan Kemal’e şehadet parmağı ile sert bir hareketle işaret ederek) Hz. İsa’ya (a.s.) peder ararlar!”
Hâlbuki Kemal Bey ile aramızda geçen hadiseden Hilmi Bey’i bile haberdar etmemiştim. Başka hiç kimseye de söylememiştim. Kendisiyle münakaşa ederken Üstad orada mıydı? Nasıl haberdar olabildi? Bu açık keramet karşısında donup kalmıştık.
Neyse sohbet bittiğinde Üstad’ın elini öpüp dışarıya çıktık. Kemal Bey ikimize de sarılarak: “Allah sizden razı olsun, benim hidayetime vesile oldunuz. Sizin bana anlattığınız Bediüzzaman ile şimdi gördüğüm Bediüzzaman arasında Himalaya’lar kadar farklar var” dedi. Çok memnundu. Biz de sevindik, Allah’a şükrettik.
Ertesi gün Kemal Bey yanımıza gelerek, “Arkadaşlar, hemen gidelim!” dedi. Biz zaten böyle bir teklifi bekliyorduk. Üçümüz yola koyularak Üstad’ın kaldığı eve vardık. Sohbet günü olmadığı için de Üstad’ımız yalnızdı. Kapıyı çaldık, açıldı, içeri girdik. Hilmi Bey elini öpmek istedi, vermedi. Bana da iltifat etmedi. Hemen Kemal Bey’in omzundan tuttu içeriye götürüp oturttu. Başını sıvazladı. Önüne üzüm leblebi karışımı kâseyi açtı. “Buyur Kemal’im! Ye Kemal’im!” diyerek Kemal Bey’in başını sıvazlayarak mütemadiyen iltifatlar etti. İltifatlar artık Kemal’e idi.
Hakikaten Kemal Bey de bu iltifatlara layık olduğunu zamanla gösterdi. Risale-i Nur’u okuyarak anlamak ve anlatmakta bizleri fersah fersah geçti.”
Ömer Özcan
Ağabeyler Anlatıyor kitabından