(1. BÖLÜM) | (2. BÖLÜM) | (3. BÖLÜM) | (4. BÖLÜM) | (5. BÖLÜM)
7. DUADAN CEVAP ALMAK
Bazıları herhangi bir arzusunu iletir iletmez Cenab-ı Haktan müsbet bir tecelliye hemen mazhar olmak ister. Eğer arzusunun yerine getirilmesi biraz gecikirse “DUA EDİYORUM, EDİYORUM, EMELİME KAVUŞAMIYORUM VB.” şeklinde serzenişte bulunur; hatta yakınlarına artık bundan sonra duayı bırakacağını bile söyler. Böyle düşünenlere karşı Risale-i Nurun mantıkî, ilmî, psikolojik ve muknî cevapları vardır. Bu tür sual ve cevapları mütalaa edenler, hem imanlarını şüpheden kurtarmış, hem de kalblerini mutmain kılmış olurlar.
Mesnevî-i Nuriye’nin bir başka yerinde dua üç kısma ayrılmaktadır:
1. İnsanın lisanıyla yaptığı kavli dua.
2. Nebatat, eşcârın, bilhassa bahar mevsiminde lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları ihtiyaç duaları.
3. Tahavvül, tekemmül şe’ninde olan şeylerin, lisan-ı istidat ile hissedilen istidâdi duaları; herşey Cenab-ı Hakkı tesbih ettiği gibi lisanıyla, ihtiyacıyla, istidadıyla dahi Allah’a dua eder.
İnsanoğlunun pek aceleci bir yapıya sahip olduğunu, “İnsan hayrı istediği gibi, şerri de ister. İnsan pek acelecidir” âyeti veciz şekilde açıklamaktadır.
Gerçekten bu âyet insanın önemli bir psikolojik yönüne işaret etmektedir. İnsanlar öfkelendiği, sıkıldığı veya bir güçlükle karşılaştığı zaman umumiyetle bedduaya sarılır. Güçlüklerden sabır ve metanetle kurtulmak için çaba göstereceği yerde aceleci bir tavırla tezden kurtulmak ister. Bu olmayınca da ümitsiz ve kötümser bir ruh haleti içinde “Allah’ım, canımı al da beni bu sıkıntıdan kurtar” gibi sözlerle kendisi için beddua eder ki, bunlar doğru değildir..
İslamî ölçüler içinde mü’mine yakışan tedbiri elden bırakmaksızın teenni ile hareket etmektir. Duasının hemen kabul görmemesine üzülmeksizin, hakkında hayırlı neticelerin yine Cenab-ı Hak tarafından yaratılması için ümitle beklemek kulun imanının bir gereği olmalıdır.
Yine bir mü’min bilmelidir ki, kâinatta canlı-cansız her varlık, kendi lisanı ile Cenab-ı Hakka dua etmekte, niyazda bulunmaktadır. “Yedi gök, dünya ve bunlarda bulunan herkes, Onu tesbih eder. Onu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur…”
Bütün eşyanın atomlardan meydana geldiğini, atom çekirdeklerinin etrafındaki elektronların sürekli,ve muntazam bir şekilde çekirdeğin etrafında dönmelerini, bu dönüşlerinde en ufak bir sapma göstermeksizin boyun eğmelerini Kur’ân-ı Kerim “Allah’ı tesbih” olarak nitelendirmiştir.
Risale-i Nur Külliyatı bir bütün olarak mütalaa edildiğinde görülecektir ki, çoğu zaman dua ve ubudiyet mefhum-‘ ları birlikte izah edilmiş, bu iki terimin birbiriyle olan alâkasına dikkat çekilmiştir. Gerçekten de sıhhatli bir netice elde etmek için bu iki kavramı birlikte düşünmek, birlikte mütalaa etmekte yarar vardır. Çünkü dua ve ubudiyet kavramları, insanın yaratılışındaki ince sırların açıklanmasına da ışık tutmaktadır.
Bediüzzaman’a göre, insan bu dünyaya bir memur, bir misafir olarak gönderilmiş, ona çok ehemmiyetli istidat verilmiş, bu istidata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiştir.
İnsan bu kâinata geldikten sonra iki cihetle ubudiyeti vardır.
1. Gâibane bir surette bir ubudiyet, bir tefekkür.
2. Hazirane, muhataba suretinde bir ubudiyet, bir münâcat.
Yine Ona göre bu husus iki vecihle anlanalabilir:
1. Kâinatta görülen Rububiyetin saltanatını itaatkâr bir şekilde tasdik edip kemalâtina ve mehasinine hayret edercesine bakmaktır. Yine kula düşen bundan sonra kutsi ilahi isimlerin nakışlarından ibaret olan güzel sanatları birbirinin ibret nazarlarına gösterip tellallık etmektir. Bundan sonra yine kul, herbiri birer gizli manevi hazine hükmünde olan Rabbani isimlerin cevherlerini idrak terazisiyle tartacak, kalbinin kıymet bilirliliği ile takdir ederek gereken kıymeti verecektir. Sonra kudret kaleminin mektupları hükmünde olan mevcudat sayfalarını arz ve sema yapraklarını mütalaa ederek şaşkınlık derecesinde tefekküre dalacaktır. Sonra şu mevcudattaki süslerin ve lâtif sanatların hakkını vererek seyredecek, onların, Yüce Yaratanın marifetine muhabbet etmek ve Onun huzuruna çıkmaya, iltifatına mazhar olmaya derin bir arzu duymak için birer vesile olduğunu idrak edecektir.
2. Huzur ve hitap makamıdır ki, eserden müessire geçer. Görür ki Yüce Allah, kendi sanatının mucizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet ile mukabele eder. Sonra görür ki, Rahim olan Allah rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da Ona muhabbet etmek ve ibadetini Ona ayırmak suretiyle kendini Allah’a sevdirir.
Bu duygular içinde Allah’a kulluk yani ubudiyette bulunan olgun her mü’min, maddi ve manevi nimetlerin lezzetleriyle Cenab-ı Hak tarafından duyurulacaktır.
Kul Halikına bütün benliği ile ubudiyette bulunduğu nisbette, görür ki, Yüce Allah şu mevcudatın aynalarında, kibriya ve kemâlini, celâl ve cemalini gösterip nazar-ı dikkati çekiyor. Buna karşılık kul da “Allahu ekber, Sübhanallah” diyerek mahviyet içinde hayret ve muhabbetle secde ediyor.
İmanını kemâl derecesine ulaştırmış bir kul sonra görür ki, Allahu Zülcelâl, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış, bütün antika sanatlarını orada teşhir etmektedir. Kul da bunlar karşısında ubudiyetin bir gereği olarak “Maşaallah” diyerek takdir ile, “Barekallah” diyerek tahsin ile, “Sübhanallah” diyerek hayret ile, “Allahu ekber” diyerek istihsan ile karşılık verir. Kul idrak eder ki, Cenab-ı Hak bütün bunlarla vahdaniyet bayrağını dikmiş, rububiyetini ilân etmiştir. Bundan sonra kulun üzerine düşen ubudiyetle cevap vermektir.
Kul ancak bu çeşit ibadet ve tefekküratla hakiki insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir.”
8. İBADETTE İHLAS FAKTÖRÜ
İslâmda ubudiyet mühim bir yer işgal eder ve Cenab-ı Hakka kulun yakınlığının bir işareti sayılır. Kul ne kadar samimiyet ve ihlasla ubudiyete mülazemet ederse, o nisbette Kadîr-i Mutlakın sevgilisi olur. Bu ehemmiyetli noktayı hemen bütün eserlerinde yeri geldikçe vurgulayan Said Nursî, aynı ehemmiyeti bir kez daha izah ederek şöyle demektedir:
“İŞTE BU SIRRI ANLAMAYANLAR, EVRAD-I KUDSİYE-İ NAKŞİBENDİ’Yİ VEYA CEVŞEN-İ KEBİRİ O FAYDALARIN BAZILARINI MAKSUD-I BİZZAT NİYET EDEREK OKUYORLAR. O FAYDALARI GÖREMİYORLAR, GÖREMEYECEKLER VE GÖRMEYE DE HAKLARI YOKTUR… ONLAR NİYET ETSE, İHLASI BİR DERECE BOZULUR, BELKİ UBUDİYETTEN ÇIKAR VE KIYMETTEN DÜŞER.” –
Bediüzzaman’a göre “Ubudiyetin esası olan acz ve fakr, medar-ı necat ve halas yalnız ihlastır. İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla halis olmayana müreccahtır”.
Lügatlerin ve ansiklopedilerin açıkladığı ubudiyet kavramında aşırı bağlılık ve kullukta bulunulacak makam da gösterilmiştir; çünkü yaratılmanın önemli bir manası “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” âyet-i kerimesinde de gayet vuzuhla açıklandığı üzere öncelikle kulluktur, ubudiyettir. Gerçek manada Cenab-ı Hakka karşı ubudiyette bulunulmazsa, kulluğun bir önemi ve değeri olmaz. Kul, ahsen-i takvim üzere yaratılışının şuuruna ancak Cenab-ı Hakka karşı kulluğunu gösterdiği ölçüde erebilir. İşte bu ince ve nazik noktayı yakalayanlar hem dünyalarını, hem de âhiretlerini ma’mur kılmış olurlar; çünkü Islâhtım önemle üzerinde durduğu noktalardan biri, dünya için âhiretin, âhiret için dünyanın muvazeneli bir şekilde yürütülmesidir. Bu nazik dengeyi en iyi bir şekilde sağlamakla yükümlü olan kişi Cenab-ı Hakka kulluk görevini ifa ederken her türlü aşırılıktan sakınacak, Bediüzzaman’a göre ubudiyetin esası olan acz ve fakrı elden bırakmayacaktır.
Lügatte, “Doğru ve samimi sevgi, samimiyet, riyasız ve samimi ibadet, gönülden gelen dostluk, bağlılık” vb. şekilde tarif edilen ihlâs, İslâmın en temel ilkelerinden biri, belki de en başta gelenidir. İhlâs her şeyin her teşebbüsün başıdır. Said Nursî’nin kalemi ile, “Bu dünyada hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinat, en kısa bir tarik-i hakikat, en makbul bir duayı manevi, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet ihlas”tır.
Diyebiliriz ki, onun hemen bütün eserlerinde üzerinde durduğu en mühim husus ihlâs olmuştur. İhlâssız hiçbir müsbet neticenin alınamayacağı da bir hakikattir. Ubudiyetin tam manâsıyla ifasında kulun ihlâslı davranışının büyük ehemmiyetini izah eden Said Nursî, ubudiyette aslolan bir diğer temel faktörü de şöyle açıklamaktadır.
“UBUDİYETTE ANCAK TESLİMİYET VARDIR, TECRÜBE YOKTUR; ÇÜNKÜ SEYYİD, ABDİNİ İMTİHAN EDEBİLİR; KEZA İNSAN RABBİNİ TECRÜBE EDEMEZ.”
Ona göre kul her şeyden ziyade bütün kuvvetiyle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükelleftir. Kul, ihlâsm sırrını ruhuna yerleştirmek için son derece bir gayrete muhtaçtır.
İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek, ortaya çıkacak engelleri defetmek için Üstad iki önemli düstura yapışmamızı tavsiye etmektedir.
1. Kul amelinde Allah’ın rızasını gözetmeli; çünkü o rıza olduğu takdirde bütün dünya küsse ehemmiyeti yoktur. Eğer o kabul etse, isterse bütün halk reddetsin, önemi yoktur.
2. Kur’ân hizmetinde bulunan Müslümanları tenkid etmemek ve onların üstünde fazilet füruşluk cinsinden gıpta damarını körükleyerek lüzumsuz çekişmelere meydan vermemek.
Yine Bediüzzaman’a göre “İbadet, dünya ve âhiret saadetlerine vesile olduğu gibi, dünya âhiret işlerini tanzime sebeptir; şahsî ve nev’î kemâlâta vasıtadır. Allah ile kul arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.”
Said Nursî “ihlâs sahibi bir kul Halikına ubudiyetle yaklaşır ve Onun rızasını da yine bu yolla kazanabilir” tesbitinden sonra:
“Ey nefis! İnsan, şecere-i hilkatin meyvesi olduğundan dünyaya bakan bir mahluktur. Ubudiyet ise, onun yüzünü fenadan bekaya, halktan Hakka, çeviren mebde ve münteha ortasında bir nokta-i ittisaldir” sonucuna varmaktadır.
Gerçekten de ibadet, ihlâsla yapıldığı zaman onun müsbet semeresini görmek mutlaka mümkündür. Zaman geçse de kul bu mükâfatı görür ve Yüce Rabbine olan bağlılığı bir kat daha artar; bundan itminan-ı kalb ve muhabbetullaha ulaşır. Bir kul için, hem de bu dünyada böylesi bir saadete kavuşmaktan daha ideal ne olabilir?
Muntazam ve şartlarına uyularak yerine getirilen bir ibadet, kulun dünya işlerini de o nisbette ve intizam duygularıyla yapmasını sağlar. Meselâ günün beş ayrı zamanında eda edilen namaz, bir kul için aynı zamanda vakitleri ayarlayan bir sigorta vazifesi görür. Hayatını belli bir disiplin içinde sürdüren kul, işlerini ayarlamada namaz vakitlerini nazar-ı itibara alırsa sonuçta önce kendisi rahat eder. Öyle mü’minler görülür ki, randevularını falan namazda falan camide buluşalım diye verirler. Böylece hem bir farz namazı cemaatle eda etmiş, hem de randevularını kaçırmamış olurlar.
İbadetler Allah ile kul arasındaki irtibatın en yüksek ve en şerefli iletişim vasıtasıdır. Kulun, dileklerini Yüce Rab-bine sunduğu en önemli ve en samimi ortamdır. Allah’a yaklaşmanın, arzu ve istekleri Ona sunmanın en emin yolu ibadetlerdir. Bütün bunların da ötesinde ibadetler insanı kemâ-lâta ulaştıran, ona ubudiyetin lezzetini tattıran bir ölçüdür. Kulun Yaratıcısına yaklaşması ancak ubudiyetle mümkündür. Allah rızasını kazanmanın tartışmasız yolu da yine ubudiyettir. Ancak ibadetin de, ubudiyetin de makbuliye-tinde en önemli faktör ihlâstır. Bir bakıma “ihlâs” kavramı gerçek mü’minle özdeşleşmiştir; özdeşleşmek zorundadır.
Bir diğer açıdan insan yaratılış vakıasının en güzel meyvesidir; âlemin özüdür. Çünkü Allah insanı “… yeryüzündeki bir hâlife olarak yaratmıştır…” “… cinleri ve insanları kendine kulluk etsinler diye yaratmıştır.”
Kur’ân-ı Kerim, insanın “En güzel biçimde yaratıldığını” açıklamakla beraber, onun hırsına düşkünlüğünü, hilkatinin zayıflığını kendisine doğru yol gösterildiğini onu en iyi bilenin bizzat Yaratıcısı olduğunu acizliğini Allah’ın emanetine talip oluşunu insanın çektiğinin kendi ettiği yüzünden meydana geldiğini kâinatın, insanın emrine verildiğini mâhiyetini, farklılıklarını, kabile ve milletlere ayrılmışlığını, gafletini vb. hususları da açıklamıştır.
Bediüzzaman’ın bu mevzuda üzerinde durduğu önemli noktalardan biri de insanın, ibadet etmek suretiyle yüzünü yok oluştan ebediliğe, halktan Hakka çevirme gücüne erişmesidir. Kul ibadet ve ubudiyetin hakkını verdiği ölçüde, geçici olan süfhî emellerinden yakasını kurtararak sonsuzluğa ve ebediliğe yelken açabilir.
_______________________________________________________________________________
İsmail Hakkı ALTUNTAŞ
Faydalanılan Kaynak:
Osman CİLACI, Risale-i Nur Açısından DUA ve UBUDİYET, Nesil Yayın, Eylül, 1997, İstanbul