Eğridir’de iken,cami cemaatından meczub Şeyh Mustafa adında bir zat vardı. Camiden her çıkarken,müteaddit defalar bana: “Senin derdinin dermanı Barla’dadır. Orada bir zat vardır,Onu ziyaret etmelisin!”diyordu. Şeyh Mustafa,kendi el yazısı olan Üstadın bir Risalesini bana vermişti. Okumamı söyledi. Fakat öyle bir yazı ki,yazıdan başka her şeye benziyordu. O risaleden fazla bir şey istifade edemedim.
Nihayet 14 Nisan 1929’da,Dağ talimgahından üç tane at tedarik ederek,ben,meczub Şeyh Mustafa bir nefer asker ve iki zat daha Barla’ya doğru yola düştük. Yolda nöbetleşerek atlara binildi. Tabiri caiz ise adeta Hazreti Ömer’in kölesiyle birlikte Kudüs şehrine yolculuk yaptığı şekilde gittik.
Nihayet Barla’ya vardık. Ben daha önceleri,yani 1925 yıllarında Bediüzzaman Said-i Nursi diye bir zat duymuştum. Fakat onu bir tarikat şeyhi olarak tasavvur ediyordum. Kendi kendime “Elbet bir gün onu bulur ziyaret eder,intisab ederim” diyordum. Bu ilk ziyaretimde o niyet ve saikle gidiyordum.
Barla’nın Karaca Ahmet Sultan mevkiine gelmiştik. Orada taze bir abdest aldık ve Barla’ya doğru gidiyorduk. Fakat ben çok heyecanlıydım. “ Ya bu zat iç yüzümüz okur da,günahlarımızı görür,kabul etmezse!..” diye düşünüyordum. Ama yok,o zat âlî-cenablık yaptı. Kusur ve hatalarımıza göre muamele yapmadı. Elhamdülillah bizi kabul etti,içeri aldı. İçeriye odasına girdik,ziyaret ettik.Henüz ayakta idik,oturmamıştık. Herhangi bir şey de söylemiştim…Benim kolumdan tuttum ve “Kardeşim!Ben şeyh değilim,imamım. İmam-ı Rabbani,İmam-ı Gazali gibi bir imamım.”dedi.
Oturmamızı emretti oturduk…Konuşmaya,sohbete başladı. Mukadder suallerimizi cevaplandıracak bir çok mes’elelerimize temas etti,halletti. Kendi şive tarzıyla konuşuyordu. İşte bu ilk sohbette benim gönlüm artık hakikat ateşiyle tutuşmaya başladı. Meseleyi kavradım. O zatın nasıl bir vazifeyle muvazzaf olduğunu anladım. Bütün kalbimle ona teslim oldum. İmani ve Kur’ani olan hizmet yoluna ben de girdim. İşte Risale-i Nur’un parlaması da Elhamdülillah o tarihte başladı.
Hazret-i Üstad, sohbet ederken, hep Şeyh Mustafa’yı muhattap alıyordu. Şeyh Mustafa ise Hazret-i Üstad’ın hitap ve tevcihlerine dayanamıyor, kalkıp kalkıp yer değiştiriyordu. Bazen çocukça hareketler yapıyordu. Hazret-i Üstad da, arada sırada latifeden ona tokat da vuruyordu. O da; “Efendim Hulusi Bey’i size ben getirdim.” diyordu.
Sohbet hayli uzun sürmüştü. Üstad çok coşmuştu. Bütün müşkillerimizi halletti. Umum mukadder suallerimize de kafi ve şafi cevaplar verdi. Veda edip ayrıldık. Artık Risale-i Nur’un iman hizmeti içine girmiş oldum, gece gündüz durmadan risale yazıp çoğaltmaya başladım.(1)
İlk ziyaretimizden sonra, Eğridir’de bulunduğum iki sene zaman zarfında beş sefer daha Üstad’ı Barla’da ziyaret ettim. Bu ziyaretlerimin birisinde kalkıp veda ediyordum. Üstad bana: “Kardeşim! uzaklığın alameti olan mektuplaşmak adetim değildir. Fakat sen yazabilirsin.” Dedi.
İşte elhamdülillah, Hazret-i Üstad’ın bu izni üzerine bir çok meselelere dair sualler sormak üzere mektuplar yazdım. Bu mektuplaşmalar MEKTUBAT mecmuasının tulu’una bir sebep oldu.(2)
Yine ziyaretlerimin birisinde, vedalaşıp ayrılırken, İLAMA köyüne uğrayacağımı da söyledim. Üstad bana: “Ben de cami için dağa odun getirmeye gidecektim dedi.”dedi. Vedalaşıp ayrıldık. Biz ilama’ya doğru gidiyorduk. Birden Üstad Hazretleri zihnime ilişti, “Şimdi aniden önümüze çıkmasın”diye düşünürken, birden baktım; oduna giden kafilenin önünde Üstad bir merkebe binmiş geliyor. Ben Hazret-i Üstad, beni görüp de merkebinden inmesin diye yol kenarındaki büyük bir ağacın arkasına saklandım. Üstad tam yaklaşınca, aniden çıkıp ellerine sarıldım. Üstad’ın elinde bir parça kuru ekmek parçası vardı. Onu merkebin üstünde giderken yiyormuş. Beni görür görmez o ekmeğin kalanını bana uzattı. Ben de aldım öptüm, başıma koydum. Ayak üstü biraz konuştuk, konuşma esnasında kendi şivesiyle bana: “Kardeşim şemsiyen yok mu?”diye söyledi. Ben üstümdeki muşambayı gösterdim. Yine ayrılmak için izin istedim, tam ayrılırken,bir daha bana: “Kardeşim şemsiyen yok mu?”dedi. Biz asker olduğumuz için şemsiye taşımıyorduk. Yine üzerimdeki muşambayı gösterdim ve ayrıldım.
Giderken düşündüm, şemsiye yağmur içindir. Halbuki havada hiç yağmur alameti yoktu, apaçıktı. Ayrıldığımızda Üstad: Peki kardeşim Allah’a ısmarladık.”deyip gitmişti. Biz de yolumuza devam ettik. Az sonra sağnak şeklinde müthiş bir yağmur geldi. Öyle ki yolun sağında, solunda seller kalkıyordu. Amma baktım ki yağmur yağdığı halde bize değmiyor. Allah Allah, dedim, yoksa yağmur bizim yolun üstünde mi yağmıyor?.. atımı sellerin kattığı yerlere sürdüm. Fakat baktım hayır, yağmur hususi olarak bize değmiyor. Anladım ki; o zat, (Hazret-i Üstad) yağmurun yakında geleceğini hissetmiş ve kalben Allah’a niyaz etmiş ki böyle oluyor.
Dört saat kadar yağmur altındaki yolculuğumuzda Eğridir’e kadar yürüdük. Hiç ıslanmadan vardık.(3)
Hulusi YAHYAGİL ağabey’in Barla’da Üstad Hazretlerini ziyaretleri ile ilgili anlatmış olduğu müteferrik bazı hatıraları daha vardır. Onlardan da bir kaçını zikredelim.
1-“Benim onu ziyaretlerimde, yanında gördüğüm kitaplar şunlardı:
Kur’an-ı Kerim, Hafız Şirazi’nin bir eseri, bir de Gümüşhaneli Şeyh Ahmed Ziyaeddin’in üç ciltlik Mecmuat-ül Ahzab kitabı…
2-“Bir ziyaretimde çay yapıldı. İçiyorduk.
Ben güya nezaket ve edep yapıyorum düşüncesiyle, bardağın dibinde bir parmak kadar çay bıraktım, içmedim. Üstad Hazretleri bana baktı, tebessüm ederek: “Kardeşim sen sünnet bilmez?” diye latifekarane ders verdi. Artık o gün bugün, bardağın dibinde çayın zerresini de bırakmamaya başladım.”
3-Yine Hulusi Bey, henüz Eğridir’den ayrılmadan, Üstad’ın ziyaretleriyle ilgili bir hatırası da şöyledir:
“1930 senesi ilk ayında Üstad Hazretlerinin ziyaretine gitmiştik. O günlerde Mareşal Fevzi Çakmakla Fahreddin Paşa (Altay) Eğridir’e gelmişlerdi. Hazret-i Üstad: “Kardeşim! Fevzi Çakmak ile Fahreddin Paşa bana selam göndermişler. Ben de onlara Onuncu Söz’ü göndermek istedim. Fakat ben bunlardan yalnız birisine göndermek istiyorum. Hangisine göndereyim?..diye sormuşlardı. Ben de efendim,biz Fevzi Paşa’yı dindar biliyoruz. İsterseniz ona gönderelim, dedim.
Hazret-İ Üstad, “Yok yok! Siz Fahreddin Paşa’ya gönderin” dedi. Kırmızı kalemini eline aldı kitabın üstüne “Bana bir selam göndermişsiniz, ben de selamınıza mukabil bu kitabı sana gönderiyorum.” diye yazdı. Ben de Onuncu Söz’ü Üstad’dan alarak Fahreddin Paşa’ya postalamak üzere adını ve adresini yazdım ve postaya verdim.
Fahreddin Paşa, Konya’da ikinci ordu kumandanı iken, Menemen veya Kubilay Hadisesinde İstiklal Mahkemesi reisliğine getirildi. Astı, kesti, yaptığını yaptı.
Hazret-i Üstad’ın Fevzi Paşa’ya değil, Fahreddin Paşa’ya Onuncu Söz’ü göndermesinde şöyle bir hikmet ve mana fehmettim ki: “Yani dikkat et! Ölüm var!..Haşir ve ahiret var…Öyle bir vazifenin başına geldiğin zaman, zulüm etme! Adaletten ayrılma!..”gibi ihtarlar veriyordu. Nitekim aynı senenin sonunda yani 23 Aralık 1930’da cereyan eden Menemen vakasına selahiyetli bir kimse olarak gönderileceğini ihbar edip bildiriyor gibi idi.”
4-Hulusi Bey’den başka bir hatıra:
“Bir gün ders esnasında bize: “Eğer siz eski zamanda olsaydınız, bu dersleri ve hakikatleri gelip dinlemek ve almak için, kilometreler uzaktan buraya diz üstü sürüne sürüne gelirdiniz .”diye buyurmuşlardı.
Bu hadiseyi te’yiden, Emirdağlı Merhum Mehmet Çalışkan Ağabey de şöyle bir hatıra anlatmışlardı: -Mealen-
“Bir gün Üstad’ımız bize: “Siz nasıl bir Üstad’ın talebeleri olduğunuzu bilmiyorsunuz. Eğer bilseydiniz, uzak mesafelerden diz üstü emekliye emekliye gelirdiniz…”şeklinde söylemişlerdi.
5-Barla’da Üstad Hazretlerini ziyaretlerimin sonuncusu idi. Eğridir’den tayinim Konya-Karapınar kazasına çıkmıştı.
Nisbeten hayli uzağa gidiyordum. Ayrılacaktım ama çok üzülüyordum. Bu ayrılığa nasıl tahammül edeceğim diye çok düşünüyordum. Üstad benim çok üzüldüğümü anlamıştı. Bana hitaben: “Sana askerce emrediyorum, merak etmeyeceksin, üzülmeyeceksin!”dedi. Üstad’ın bu sözleri ile, sanki ateşe su döküldüğü gibi bütün üzüntülerim bir anda yok oldu.”