Hepimiz Manevî olarak Hastayız ama Farkında Değiliz
Ayhan KÜFLÜOĞLU / 13.Şubat.2017 / ayhank27@gmail.com
Hani bilmemek, “basit cehalettir”; fakat bilmediğini bilmemek, çift katlı cehalet, yani “cehli mürekkeb”; bir de yanlış bilip, üstelik, doğru bildiğini iddia etmek, “üç katlı cehalettir” ya. İşte bu, içinde bulunduğumuz “manevî ve batınî hastalıklar” için de geçerli.
Yani hemen hemen hepimiz hem manevî hastayız, hem bunun farkında değiliz, hem de kendimizi sağlıklı kabul ediyoruz; üstelik hasta olduğumuzu söyleyenlere de inanmıyoruz! Mes’elâ 44 yaşına geldim, birkaç sene öncesine kadar ben de inanmıyordum!
Nasıl ki “maddî”, yani bedeni hasta olanlara; hareket etmek, hatta gözünü açıp, ayağa kalkmak bile yorucu ve zor gelir. Yemeğe iştahları olmaz, birkaç lokma yeseler bile tat almazlar ya. İşte aynen bunun gibi; “manevî hasta” olan bizlere de, “namaz, oruç, zikir” gibi ameller zor ve yorucu geliyor. Hastanın yemeğe iştahı olmayıp, yediklerinden lezzet almaması gibi; bize de ibadet yapmak, sıkıcı ve meşakkatli gelip, tat vermiyor! Hasta olduğumuzda birkaç lokmayla doymamız gibi; birkaç rek’ât namaz, zikirle hemen doyup, usanıyoruz. Elhasıl, zikir ve ibadetlere, açlık ve ihtiyaç duymamamız; bunların iştah ve eksikliğini hissetmememiz; yokluklarında elem veya sıkıntı duymamamız; hep bu, bizdeki hastalık ve arızadan kaynaklı!
Mes’elâ “namaza vaktim yok” derken; aslında o vaktin bize ait olmadığını, sahibi tarafından bize emanet edildiğini farketmememiz de bu sebepten. Namazın değer ve önemini idrak edememek ve karşılığında verilecek mükâfat ve ücretin anlaşılmaması da bu arızadan.
Evet, bizdeki bu hastalıklardır ki; mes’elâ namaz kılmaya değil, kılmamaya mazeret ve “geçerli” nedenler buluyoruz! Hep, oruç tutmamaya, sadaka – zekât vermemeye nedenlerimiz vardır daim! Hep, insanlara tebessüm etmemeye ve onlarla iyi geçinmemeye sebeplerimiz vardır ve bitmez! Şehir, trafik, iş, okul, çocuklar derken; şimdi “sıla-i rahim”, yani akraba – komşumuzun hâl hatır, ihtiyacını sorma ve ziyaret etmeye vakit mi var! “Tesettür mü?, O kadarını da Allah affeder canım; hem sen kalbe bak! Hem biliyor musun: Bizim komşunun tesettürlü gelini!…” Aynı şekilde; bize emanet edilen mideyi, zayıflamak için ameliyatla kestirip, küçültmeyi düşünürken; “acaba sahibi ne der, izni var mı?” diye aklımıza bile gelmemesi de gene bu hastalığımız sebebiyle.
Falan kişinin davranışından dolayı dinden soğuyan veya camiye ayak basmayan da, aslında bu hastalığından dolayı böyle. En akla gelmedik nedenlerle; cami, hacı – hocadan soğuyan boldur da; nedense falan zenginin davranışından dolayı, “zenginlikten” soğuyan görülmez! “Kardeşim, ben zenginlerin bizlere yardım etmemesinden; bu yetmezmiş gibi, bir de sömürmelerinden dolayı, zenginlerin şahsında zenginlikten soğudum. Artık çalışmayıp, fakir kalacağım, hatta sokaklarda dilenmeye çıkacağım” diyen yoktur zahir!…
Elhasıl, kâlp ve ruhumuzdaki yara ve hastalıklar sebebiyledir ki; güzel davranış ve amelleri “yapmaya” değil; “yapmamaya” mazeret, engel, “geçerli” nedenlerimiz bitmiyor, bitmez! Üstelik Rabbimiz’in dünyada çalışmayana iş – aş – maaş vermediğini bile bile; ötesi için hiç çalışmadan, hiç amel – ibadet yapmadan Cennet’e girebileceğimize de eminizdir, kanaâtimiz bu yönde! Yani dünyadaki tecrübelerimiz aksini gösterse de; gene de, asıl ebedî ömrümüzü, — sadece bir zanla — defalarca riske atmaktan çekinmeyiz! Yani dilimiz, kalbimiz, aklımız Cennet’i istiyor, umuyor, beklenti bu yönde ama davranış ve hâlimiz tam tersi güzergâhta! İstanbul’a gitmek istiyoruz, fakat Ankara’ya giden otobüse binmişiz! Varacağımız yerin de İstanbul olacağı konusunda absürd bir iyimserlik içindeyiz!
Fakat tuhaflık burada bitmiyor: Durumumuz bu olduğu hâlde; şimdi, bize “namazın anlamı, önem ve kıymetini” sorsalar; belki sahabeden çok daha fazla sayıda Hadis sıralayabiliriz. Onlardan (R.T.Â.E.) çok daha fazla, hem de usturuplu kelâm edebiliriz! Âyet ve tefsirlerden örneklerle, âlimlerin sözlerinden de ekleyerek, bir sürü nakiller yapar, belki bu konuda kitap bile yazabiliriz.
Şimdi, bırak bu konuda ilimleri, okuma – yazma bile bilmeyen; fakat hayatlarında kazaya bıraktıkları namazı olmayan ninelerimiz mi, namazın kıymet ve önemini biliyor; yoksa kılmamanın sıradanlaştığı bizler mi!? Gecenin ayazında, sobası sönmüş evlerinde, bahçedeki buz gibi suyla, hem de hasta ve zayıf hâlleriyle abdest alıp, namazını kılan dedelerimiz mi, namazın kıymet ve önemini biliyordu; yoksa sıcak suyun eksik olmadığı kaloriferli evlerimizde, kazaya bırakmanın normâlleştiği bizler mi!?
Evet, bizler namazın kıymetini bilmiyoruz; “önem ve kıymeti” diye söylediklerimiz, kıymetini bilenlerin söylediklerinin,ezber ve tekrar ve naklinden ibaret sadece! Kıymetini bilseydik, kılardık çünkü!
Hastalığımızın şiddet ve derecesini şuradan anlayın ki: Gelmesi kesin olmayan yarınlar için, bugünden tedbirler alıyor, tasarruflar yapıyoruz ama geleceği kesin ve ebedî istikbâlimiz için tek kuruş yatırım yapmıyoruz! Örneğin: Namaz. Günde 5 vakit namazın sadece farzları 20 rek’ât, eğer kılsak 24 saatlik günde 20 dakikamızı alacak. Namaz kılmak için gereken abdest almaları da ekleyelim, abdestte 20 dakika tutsun. Yani günde 5 vakit namaz, abdestle birlikte 40 – 45 dakikamızı almıyor. Şimdi 23 saatimizi dünya işlerine ayırırken, sadece 40 – 45 dakika daha keyif için; yani sadece 45 dakikalık dünya hayatı için ebedî hayatımızı bozuyoruz! Evet 45 dakikalık keyif için yapıyoruz bunu! Üstelik o 45 dakika, bize taşta taşıtmıyorlar! Halbuki cüz’î bir ücret mukabili 8 – 10 saat çalıştığımız iş’te bu kadar üşenmiyor ve şikâyetçi olmuyoruz.
Elhasıl alışkanlık ve ülfet gibi hastalıklarımız sebebiyle, aslında hiçbirşeyin kıymetini bilmiyoruz! Kıymetini bilmediğimizden, kıymetsiz işlerde harcıyor; ucuza satıyoruz. Kıymet bilmediğimizden; verene karşı, herhangi bir minnet ve teşekkür / şükür hissi de duymuyoruz. Evet, ne ömrümüzün ve ne de sağlığımızın kıymetini biliyoruz. Hayatın kıymetini en iyi bilenler, şu ân toprağın altında! Sağlığın kıymetini de, onu kaybedenler, şu ân hasta olanlar biliyor! Biz ise, halâ “Kitabî Bilgi, Bilimsel Bilgi” diye diye; kitaplara yazılamayan, yazılamadığı için de nakledilemeyen “Asıl Bilgi” ve “Hikmet” ve “Anlamı” unuttuk!…
Hasta olduğumuzdan, yolu dünyadan geçen bir “yolcu” olduğumuzu da unuttuk. Hiçbirşeye “misafir” nazarıyla bakmıyoruz! Ölümümüze doğru saliseler deli gibi geçerken, biz saatlere odaklanmış; zamanın yavaş aktığı zannıyla kendimizi aldatıyoruz! Sür’âtle akan zaman nehrinde, elimize geçen birkaç kütük parçası ve eşyaya sımsıkı tutunmuşuz. Halbuki biz onları bırakmasak bile, onlar bizi bırakacak. Karşılıksız bir muhabbet bu yani!
Kameramızın kadrajını şu şekilde değiştirirsek, zannederim daha net göreceğiz: Dünyaya gelmedik, dünyaya gönderildik!(En azından ben, herhangi bir yerden, ayaklarımla yürüyerek veya vasıta tutarak gelmediğimi biliyorum!) Dünyada kalmıyoruz, dünyadan geçiyoruz! Aslî Anavatanımız olan “ahiret” ise, ebedî! 30 senelik bu hayatımızda, burada ne yaparsak, o asıl memleketimiz ona göre şekillenecek!
Evet, zannettiğimiz gibi bu hayat 60 – 70 sene değil. Bebeklik ve ölü/m gibi uykuda geçen, yaşamadığımız seneleri çıkarırsak, ortalama 30 – 35 sene! Yani 60 sene ortalama ömür, 12 – 15’e kadar sinni büluğ, çocukluk. Kalır 45 sene, bunun da üçte biri uykuda geçiyor; yani uyanık olup, bilfiil yaşadığımız, bilinçli zaman dilimi, ortalama 30 sene! Çoğumuz ortayaşı da geçtiğine göre, 20 sene gibi bir ömrümüz kaldı diyebiliriz.
Ne yazık ki manevî hastalıklarımızın “ağrı, sızı, kırık” gibi fizikî semptom ve belirtileri de yok veya okuyamadığımız ve alıştığımızdan, ağrıları farkedemiyoruz. Bedenî hastalıklarımızdan kaynaklanan ağrılara hemen çözüm arayıp, teşhis – tedavi – ilâca sarıldığımız gibi; bu hastalıklarımız için acele etmiyoruz. Halbuki bugün vefat etsek, bu hastalıklar, öbür âlemimizde, etki ve sonuçları itibariyle daimî kalacaklar!
Üstelik hasta olduğumuz yetmiyormuş gibi, bir de bunu başkalarına bulaştırıyoruz! Kâinata bu arızalı bakışımız, konuştuğumuz dile bile sirayet edip; çevremizi ve çocuklarımızı, konuşma ve davranışlarımızla şimdiden kodluyor ve programlıyoruz!
Örneğin: Günlük dilde kullandığımız “kiracı” ve “ev sahibi” gibi isimlendirme ve ayrımlarımız; asıl olan, başka bir gerçeği örtmeye yarıyor sadece! Yani bu dil; yalan ve yapay, gerçeği yansıtmıyor. Halbuki ev sahibinin, kiracıdan tek farkı; kira ve yararlanma süresinin biraz daha uzun olması! Bu ayrım ve isimlendirmeleri öyle benimsemiş ve onaylamışız ki; altındaki mesaj ve kodu, içindeki aldatma ve sihri farketmiyoruz bile! Kendimizle birlikte, başkalarını da; konuşmalarımız, kullandığımız kelimelerle zehirliyoruz!
Hepimiz Manevî olarak Hastayız ama Farkında değiliz
Bedi’üzzaman Hazretleri’nin, Lem’âlar isimli eserinde dediği gibi: “Hz. Eyyub Âleyhisselâm’ın zahirî, bedenî hastalıklarına kıyasla; biz batınî, ruhî ve kalbî hastalıklarımızla, O’ndan çok daha hastayız. İç – dışa, dış – içe bir çevrilsek, Hz. Eyyub’dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı olduğumuz görülecek. Üstelik, O’nun hastalığı, sadece kısacık hayat-ı dünyevîyesini tehdit ediyor ve bozuyordu; bizimkisi ise hayat-ı ebedîyemizi tehdit ediyor! Manevî hastalıklar ve sonuçları olan günahlar; hayat-ı ebedîyede, (sonuç ve etkileri itibariyle) daimî hastalıklardır!” (Tırnak içindeki ifadeler, birebir olmayıp, özet yapılmıştır.)
Manevî bünyemizi zayıflatıp, çürüten ve diğer manevî hastalıklara da davetiye çıkaran, asıl ve temel manevî hastalığımız:Rabbimiz’i unutmuş olmamızdır! Ömrümüzün hergün, her saat ve dakikasını “sanki Rabbimiz yok(muş) gibi” algılamak ve yaşamaktır! Günlük algı ve yaşayış, tutum ve hareketlerimizde; sanki “O görmüyor, işitmiyor, bilmiyor(muş)” gibi hislerle yaşamaktır! Bu ana hastalık, bizi zayıflatıp; diğer, “cimrilik, yalancılık, hırsızlık, su-i zan, gıybet, tembellik, rahat düşkünlüğü, mazeret üretme, üşengeçlik, ibadeti erteleme” gibi manevî ve batınî hastalıkların da nedeni.
Üstelik bu sanki “Rabbimiz yok(muş)” gibi yaptığımız, bu “–mışlı” kurgusal yaşam; kurgusallığını yitirip, bir zaman sonra gerçeğimize dönüşüyor! Bu aşamadan sonra, artık Rabbimiz’i, o da bazen; (belki namaz, cami gibi mekân ve ritüellerde;) aklımıza sun’î, yapmacık olarak getirmeye, hatırlamaya çalışırız! Burada olan, kısaca: Kurgu ve gerçeğin, yerdeğiştirmiş olmasıdır. Çünkü bir yalana inandığımız zaman; o yalan, bizim gerçeğimiz olur!
Peki neden, bir müslüman olarak, inandığımız ve bildiğimizin aksine, “Rabbimiz yok(muş)” gibi; yani “O’nu unutarak” yaşamayı, bir hayat tarzı ve algı biçimi olarak kabul etmişiz ve ediyoruz!? Ve neden, hiçbirimizin, bu arızalı durumdan herhangi bir şikâyet ve serzenişi yok veya şikâyetlerimiz geçici!?
Bu soruya cevap olarak, dışımızda: “Çevre, kültür, eğitim, medya, ekonomi, yoksulluk, aile, devlet, kötü arkadaş, şeytan, çağ ve modernite” gibi bir sürü sebep ve etki sayılabilir. Ama belki tüm bunlardan önce ve asıl olarak, bunun sebebi içimizde saklı. Sonuçta, dışımızdan gelen etki ve te’sirleri kabul edip – etmemeye, iradeli bir varlık olarak, bir dereceye kadar biz karar veriyoruz. Dışarıdan gelen etki ve sebepler karşısında, insanın durumu; rüzgârda savrulan bir yaprak kadar ma’sum değil yani.
Tamam dışımızda direkt olarak “şeytan” ve indirekt olarakta şeytanın yönlendirdiği “arkadaş ortamı ve çevre, kültür, manevî atmosfer”, bizim bu manevî hastalıklarımızda önemli bir etken. Ama dediğimiz gibi; insan eli kolu bağlı, camid bir yaprak değil. Ne var ki; dışımızda şeytan ve içerideki talebesi nefsin de oyunları bitmez!
Haftaya, bu oyun ve kurgular ve kendimizi aldatmalardan devam ederek; hangi saik, bizim “Allah var” yerine, sanki “Allah yok(muş) gibi”; yani “O’nu unutarak” yaşamayı tercih etmemize neden oldu? Bir müslüman olarak, inandığımız ve bildiğimizin aksine; neden bu ikincisi, bize daha cazip ve kolay geldi!? sorularının cevabını aramaya devam edelim.