Fıtrat cahili olmamak gerektir. Bilhassa fıtratı deruni bir şekilde İslam tarihi zaviyesinden çözen bir allamenin, bir asır tahlilcisinin talebesi olma liyakatını kendimizde görüyorsak… İnsanı Fıtratın merkezin koyabilmiş ve o zaviyeden insanı çözümlemeye çalışabilmiş bir araştırmacının kitaplarını dert edinebilmişsek…
Ayrıca Bediüzzaman’ın göze çarpan tespit metotlarından biride fıtrattan yola çıkarak tespitler yapması ve taraf-cılık oynamadan görünenden bilinenden meseleyi izah etmesidir. Örneğin insan fıtratında derç edilen havf-muhabbet(korku-sevgi) ilişkisini kainat denkleminde izah etmesi fevkalade bir fikir ustalığı eseridir. Bazı meselelere yaklaşırken ya dai ispat ederken kişinin imanı yokmuş gibi varsayıp öyle izah etmiş, yani mevcut imandan istifade ile kişinin imanını kurtarmak değil, belki sıfırdan bir inşa ile imanı yeniden kurmak yoluna gitmiştir. Örneğin haşir hakikatini izah ederken ferdin melaikeye iman hakikatinden istifade ederek izah etmiyor, yeni bir izah ile melaikeyi de izah ve ispat ediyor. Kadere iman mevzusunu yine kendi inşa ettiği imanı billah yani Allaha iman hakikati ile beslemekte ve bu Allah’a iman hakikatini yine kendisi inşa etmektedir.
Meselenin izahı için şu örnek yeterli olacaktır diye zannediyorum. Meseleyi bir puzzle parçaları gibi düşünürsek bir parçayı ayrı bir puzzle parçasından yamamak değil yine kendi puzzle parçalarını kullanmak diye adlandırabiliriz. Çünkü nurlar organize edilmemiş bir üniversite bir külliye görünümü arz etmektedir. Ve kendi yetiştirdiği öğrencisini başka bir ilim kapısına muhtaç bırakmadan yeni bir ruh inşasına kalkışmaktadır. Allah’ı izah ve ispatının ardından kişinin boşta duran ve doldurulmayı bekleyen haşir (öldükten sonra dirilmeye olan iman) hakikatini işba(doyurmak) ettiği gibi ardından tanıdığı Halıka karşı hissedilen ibadet ve bunun hülasası olan namazı, kainat ve hakikat temelinde izah etmektedir.
Nur müellifinin hiç es geçmediği bir yönü de ontolojik açılımdır. Fıtratındaki soruları kainat temelli irdelemiş bir ideolog olan Bediüzzaman, insanı namazı ve kainatı iç içe olarak incelemiş ve birinin amacını yani kainatın amaç ve gayesini insanla izah etmiş, insanı da; ibadetin envaına mücmel bir hülasa olan namaz ile temellendirmiştir. Bir nevi kainatın gayesini mahlukatın sultanı olan insan ile taçlandırmış diyebiliriz. Bu tarzıyla klasik açılımlardan kendini koparmış ve İslam tarihinde imanı hakikatlere kendine has üslubu ile yeni bir yer açmıştır. Ayrıca ibadet olarak yapılan fiilleri kainat merkezli izah etmiş, kişinin imanının en kuvvetli ispat edeninin kainat olduğunu akıl gözüne sermiştir.
Bu noktadan 9. Sözdeki şu paragraf manidar düşmektedir. ‘’Evet, her bir namazın vakti, mühim bir inkılâp başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u İlâhînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsânât-ı külliye-i İlâhiyenin birer mâkesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelâle o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir.’’(9. söz) Burada dikkat edilirse her namaz vaktinin kainatın tahavvülünde bir noktaya olan denkliği belirtilmiş yani hususi yaptığımız ibadetlerin kainat ile olan bir bağı ilgisi ve alakaları mevcut olduğu belirterek okuyucunun ibadet tefekkürünü kainatlar adedince genişletmekte ve her ibadetin ve ubudiyetin kainattaki ma’keslerini ruh, akıl ve kalbe akıtmaktadır.