(1. BÖLÜM) | (2. BÖLÜM) | (3. BÖLÜM) | (4. BÖLÜM)
9. BEDİÜZZAMAN’IN DUA’DA İNSAN ACZİNİ TESBİTİ
İnsan psikolojisini çok iyi bilen Bediüzzaman, onun ihtiras ve acz içinde bocaladığını, zaman zaman hem ihtiras, hem de aczinin kurbanı olduğunu, bunlardan kurtulmanın da bir yolunun bulunduğunu şu veciz cümleleriyle ifade ediyor:
“İnsan hadsiz aczi ve nihayetsiz zaafı karşısında bir dayanak noktası aramakla vicdanı daima Vacibu’l-Vücuda bakar. Hem nihayetsiz fakrında, sonsuz ihtiyaçları içinde, nihayetsiz maksatlara karşı.bir istimdat noktası aramaya mecbur olduğundan vicdanı daima o naktadan bir Ganiyy-i Rahimin dergâhına dayanır. Dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinat ve nokta-i istimdat cihetinde iki küçük pencere Kadîr-i Rahîm’in rahmet kapısına açılır, her vakit onunla bakabilir.”
İşte insan bu iki vakıa karşısında bir melce aramak mecburiyetini daima hissetmiştir. Bu melceye müracaatın ilk kapısı da “dua”dır. Duayı “ubudiyet” takip eder. Bu arada enaniyet duygusu da insanın bir diğer açıdan handikapıdır. Bu duygunun zebunu olan insan kendini birçok kötülüklerden koruyamaz. Hususan dünyaya yalnız “enaniyet” penceresinden bakanlar için hüsran daha da büyüktür:
“İnsanda iki vecih var. Birisi enaniyet cihetinde şu dünyevi hayata bakmaktır. Diğeri, ubudiyet cihetinde ebedi hayata bakar:
1. İnsan öyle bir çaresiz mahlûktur ki, sermayesi yalnız mevcudiyetten çabuk çürüyen bir cisimdir.
2. Özellikle insan ubudiyete yönelik acz ve fakr cihetinde pek büyük bir vüs’ati var, pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor.”
İnsanın, dünyada yaşadığı sürece kurmakla mükellef, hatta zorunlu olduğu bir denge vardır. İşte bu dünya-âhiret muvazenesini tesis edemeyenler çaresizlik içinde çürüyüp giden bir cisim hükmündedir. Halbuki insan âlemin bir zübdesi, Hâlıkın bir halifesidir. İnsanoğlunun, bu geçici dünya hayatında girdiği bütün çıkmazlar kendi idraksizliğinin bir neticesidir:
“İnsan, hilkat ağacının şuurlu bir meyvesidir. Burada iki önemli nokta vardır
1. Gayet muhteşem, muntazam bir daire-i Rububiyet ve gayet musanna, murassa bir levha-i sanat.
2. Gayet münevver, müzehher bir daire-i ubudiyet ve gayet vasî, cami bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman vardır. İkinci daire, bütün kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder.”
Bir bakıma insan bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Âhirete hazırlık manasında bu imtihanda muvaffak olmak, ubudiyet şuuruna ererek Rububiyet sarayını keşfetmekle ancak mümkündür. İnsan öncelikle sahip olduğu sayısız hazinelerin kıymetini bilmek mecburiyetindedir. Başıboş yaratılmadığını düşünmek zorundadır. İnsanın bu cephelerini de nazar-ı itibara alarak Ustad diyor ki:
“İnsandaki şu zenginlik tarzı gösteriyor ki, insanın asli vazifesi, aczini ve fakrını ve kusurunu düşünerek ubudiyetle ilan etmek ve ihtiyaçlarının yerine getirilmesini temin için dua etmek ve mevcudatın tesbihatını görüp müşahade ederek şahadet etmek ve nimetleri görüp tefekkür içinde şükretmek, ibret içinde bakmaktır.
“En düşük aklı olan anlar ki, şu cihâzat, şu fâni hayatın idamesi için verilmemiştir. Belki bir baki hayatın sermayesidir.” İşte bu yüce idraki yakalaması yolunda insanın, bütün gayretini harcamasını isteyen Bediüzzaman, Rububiyetin kemâl bulmasının da kulun kendi elinde olduğunu tebarüz ettirmek için, onu ubudiyete sevkediyor; aczini, fakrını bilmesini istiyor. Bir hiç mesabesinde olduğunun şuuruna ermesi gerektiğini söylüyor ve şöyle diyor:
“Rububiyetin kemal-i kudreti dahi ister ki, kul kendi zaafını ve mahlûkatın aczini görmekle kudret-i Samedâniyenin azamet-i asarına karşı istihsan ve hayret içinde Allahu Ekber deyip huzû ile rükua gidip Ona iltica ve tevekkül etsin.
“Hem Rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlukatın fakr ve ihtiyaçlarını sual ve dua lisaniyle izhar ve Rabbinin ihsan ve nimetlerini şükür ve sena ile Elhamdü lillah ile ilân etsin.”
Bütün bu söylenenlerden çıkan netice şudur ki, bir kul için ubudiyet yegâne çare-i halâstır. Kul, ubudiyetiyle Halikına karşı şükür ve sena ile vazifesini de ifa etmiş olmaktadır. Bu bir bakıma, bir borcu ödemenin rahatlığını insanın kazanması demektir. Bakın Üstad Bediüzzaman bu noktaya nasıl açıklık getiriyor:
“Yalnız beşerin duası, bir fiilî dua nevinde samimi bir ihtiyaç ile cüz’i kesbi, bir makbul dua hükmüne geçer. Onu da Cenab-ı Hak kabul eder. Fiili dua etmek neticesinde Cenab-ı Erhamürrahimin Risale-i Nuru o çekirdekten halk edip ihsan etmiş. Benim hissem hiçbir cihette fahir olamaz, belki yalnız ve yalnız şükürdür. Öyle ise kâinat adedince eş-şükrü Lillah, elhamdü Lillah…”
10. RİSALE-İ NUR AÇISINDAN HAYAT-KÂİNAT DENGESİ
Hayat ve kâinat arasındaki alâkaya çeşitli zaviyelerden dikkat çeken Risale-i Nur, âdeta bu iki mefhumun tamamlayışlarına önem verilmesi zaruretini dile getirmekte, kavramın bu iki ubudiyetle olan bağlantısına veciz bir şekilde dikkat çekmektedir:
“Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi kâinatın sebeb-i hilkati ve neticesidir. Kâinatın Sani-i Hayy-ı Kayyûmu zîhayatlardan nimetlere karşı teşekkür ve evâmir-i Rabbanisine karşı itaat ve ubudiyetle mukabele etmelerini ister.”
Göklerde ve yerdeki her varlığın kendi lisanı ile Allah’ı tesbih ettiğini bildiren Hac Sûresi . âyetinin tefsiri hakkında Bediüzzaman Said Nursî şöyle diyor:
“Kur’ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, arştan ferşe, yıldızlardan sineklere kadar herşey Cenab-ı Hakka ibadet, hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri mazhar oldukları esma ve kabiliyetlerine göre çeşit çeşittir.”
Şu bilinen bir hakikattir ki insan için iki âlem, iki hayat vardır:
1. Dünya.
2. Âhiret.
İnsanın en başta gelen vazifesi de bu iki âlem arasında çok hassas bir denge kurabilmesidir. Çünkü her iki âlemin kendine has kriterleri vardır. Her iki âlem de belli bir ölçüde sapma ve inhiraf kabul etmez. Eğer istenilen şekilde âdil bir denge bu iki âlem arasında kurulamazsa o zaman insanın işi oldukça zor demektir. Bu dengelerin nasıl ve ne şekilde kurulması gerektiği İslam’ın iki ana kaynağı Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde açıklanmıştır. İman ve ibadetine kavi bir mü’min, öncelikle bu iki kaynağa müracaat edecek, buralardan aldığı direktif ve ilhamla her iki hayat tarzına yön verecektir. Yani Peygamberi bir irşadla “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi de âhiret için çalışacaktır.
Zaman zaman bu iki hayat arasındaki hassas dengeyi kuramayan insanların bocaladıkları, terazinin bir tarafına ağırlık verince diğer kefenin sarktığı olmuştur. Dengeyi herhangi bir tarafın lehine kullanmak hatalı ve noksan bir davranıştır.
İbadet ve ubudiyet konusunda insan bir de şu noktayı gözden uzak tutmamalıdır: Kâinatta her varlık kendi diliyle Yüce Yaratanına dua ve ibadet etmekte, ubudiyette bulunmaktadır. Nitekim bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
“Görmedin mi ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyor…” Âyet-i kerimenin devamında birçok kimsenin üzerine azabın gerçekleşeceği, Allah’ın hor ve hakir gördüğü kişilere ikramda bulunacak hiç kimsenin olmadığı açıklanmıştır.
Aynı meale yakın bir diğer âyet-i kerimede kâinattaki bütün varlıkların kendi lisanları ile Cenab-ı Hakkı tesbih ettikleri açıklanmıştır.
Günümüzde tabiat ilimlerindeki gelişmeler bu ve benzeri âyetlerin daha iyi açıklanmasına ve anlaşılmasına imkân vermektedir. Nitekim, önceleri cansız ve hareketsiz oldukları zannedilen varlıklar ile görünen bütün eşyanın atomlardan meydana geldiği artık ispat edilmiş bulunmaktadır. Atom çekirdeklerinin çevresindeki elektronlar da sürekli ve muntazam bir şekilde çekirdeğin etrafında dönmektedirler. İşte onların bu şekildeki dönüşlerini ilim adamları “Allah’ı tesbih” olarak tefsir etmişlerdir.
İnsanın dışındaki diğer canlıların ibadetini açıklamak bakımından şu âyet-i kerime de önemlidir:
“Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kanat çırpıp uçan kuşların Allah’ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi tesbihini ve duasını bilmiştir. Allah onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir.”
Kâinattaki bütün varlıkların ibadetlerini incelendiğinde bunların üç ana grupta toplandıklarını söylemek mümkündür:
1. Câmid (cansız varlıklar).
2. Bitkiler.
3. Hayvanlar.
Câmidlerden örnek olarak “dağ”a bakalım. Dağlar âyet-i kerimede geçmektedir. Cenab-ı Hak dağlara dikilmelerini, hareket etmeden durmalarını emretmiştir. Bu takdirde dağların ibadeti hareket etmeden dikilip durmalarıdır. Öyle ise Müslümanların namazında cemâdatın (hareketsiz, cansız varlıklar) ibadetlerinin mündemiç olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Aynı şekilde hayvanların ve bitkilerin bazı özel durumlarının, onların ibadetlerine birer işaret olduğunu söylemek yanlış bir tesbit değildir. Bütün bunlara ilâveten bir âyet-i kerimede, gölgenin Allah’a secde ettiği, güneşe göre kısalıp uzamasının onun ibadeti olduğu açıklanmıştır.
Yine Kur’ân-ı Kerim, güneş, ay ve yıldızların da Allah’a ibadet ettiklerini bildirmektedir. Onların ibadet şekilleri devamlı doğup batmaları, kendi mihver ve yörüngelerinde sapmadan dönmeleri olsa gerektir.