Nurdan Haber

Ali Tayyar’a Bediüzzaman ne dedi?

Ali Tayyar’a Bediüzzaman ne dedi?
15 Nisan 2017 - 7:30

Ali Tayyar 1932’de Konya’nın Ereğli kazasının Ayrancı nahiyesinde doğdu. Bediüzzaman’ı 1955-1959 yıllarında muhtelif defalar ziyaret etmişti. 2000 yılında ISPARTA’ya yerleşt. Halen orada ikamet etmektedir

Üstadı ilk ziyaretim”

“Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ilk defa, 1955’in Şubat ayında ziyaret ettim. Hüsmen Duran terhis olduktan sonra, kışın en çetin şartlarına rağmen, köyüm Divaz’a geldi. Üç gün bizim köyde kaldık. Daha sonra Üstadı ziyaret için yola çıktık. Kayalar Ağabey, Konya’dan Halıcı Sabri Ağabeyin adresini vermişti. Halıcı Sabri Ağabeyi bulup meseleyi anlattık. Kendisi, ‘Ben iki defa mahkemeye verildim. Hapiste yattım. Hükümet bu işin üzerinde duruyor’ dedi. Ve bizi MİT’ den zannederek kabul etmedi.

“Oradan üzgün olarak ayrıldık. Yorgancı Mehmet Parlayan Ağabeyi bulduk. Üstadın nerede olduğunu, yanına nasıl gidebileceğimizi sorduk. Sabri Ağabeyin bizi kabul etmediğini ona anlatınca, ‘O kardeşimizin evinin ve ticarethanesinin yakınında iki sivil polis, gelip gidenleri mütemadiyen takip ediyor’ diyerek bizi teselli etti.

“Biz, Konya’dan Hüsmen Duran’ın köyü olan Akşehir’in Görünmez Köyüne gelip üç gün de orada kaldık. Oradan Şarkikaraağaç’a müteveccihen yola çıktık. Hiçbir vasıta bulunmuyordu ki, binelim. Üç gün sabahtan akşama kadar yürüyor, akşam yol kenarında bir köye misafir oluyorduk. Bu şekilde Eğridir gölünün doğusuna yakın Bağlı Köyüne vardık. Orada, Terzi Hüseyin isimli bir kardeşe misafir olduk. O kardeş, bize Ali Çilingir’in adresini verdi. Sabahleyin bizi açık bir kamyona bindirerek Eğirdir’e uğurladı. O gece Kadir Gecesiydi. Geceyi Ali Çilingir Ağabeyin evinde ihya ettik. Sabahleyin Isparta’ya giden bir vasıtaya binerek, garajda indik.

“Garajda şaşkın şaşkın ‘Kime soralım? Ne yapalım?’ diye düşünürken, orta boylu, başı bereli, dolgun sakallı bir ihtiyarın bize doğru geldiğini gördük. Selam verdi, ‘Nerelisiniz? Kimsiniz? Nereye gidiyorsunuz?’ diye sordu.

“Biz, Bediüzzaman’ı ziyarete geldiğimizi söyledik. Ve kendisinin kim olduğunu sorduk. Gıyaben tanıdığımız, Sıddıklar cemaatinin reisi Süleyman Sıddık imiş. Hemen döndü, ‘Beni takip edin’ dedi. Boyacı Rüştü Çakın Ağabeyin işyerine götürdü. Oradan yanımıza verdikleri bir çocuk da bizi Üstad-ı muhteremin kaldığı eve götürdü. Kapıya Zübeyir Ağabey çıktı. İsmimizi, nereli olduğumuzu sordu. Her ikimiz de Konyalı olduğumuzu söyleyince, çok memnun ve mütehassis olduğunu beyan etti. ‘Üstadımız ziyaretçi kabul etmiyor, ama yine de söyleyeyim’ diyerek kapıyı kapattı.

“Kardeşim şansınız varmış”

Kısa bir zaman sonra ‘Kardeşim, şansınız varmış, Üstad, ‘Gelsinler’ diyor’ dedi.

Kalbim, heyecandan duracak gibi çarpıyordu. Üstadın bulunduğu odanın kapısından ilk defa giriyordum. Henüz 22 yaşındaydım. İlk defa gördüğüm bu zat, her hâliyle bu asrın insanlarından farklıydı. Sanki Asr-ı Saadetten, ‘Sen ilerde lâzım olacaksın’ kaydıyla onu, bugünler için saklamışlardı. Öyle bir hâli vardı ki, izahta güçlük çekiyorum.

“Rüyada gibiydim. Üstad Hazretleri, isimlerimizi, babalarımızın ismini, nereli olduğumuzu, Risale-i Nur’ları okuyup okumadığımızı sordu. Üstadın sorularına Hüsmen Kardeşimiz cevap veriyordu. Üstadımız, ‘Her sabah dualarımda sizleri de zikrediyorum. Sizi, babalarınızı, annenizi, talebeliğime kabul ediyorum’ iltifatında bulundu.

“Risale-i Nur’ları muhtaçlara ulaştırın”

“İman ve küfür mücadelesinin Hz. Adem (a.s.) zamanında başlayıp Kıyâmete kadar devam edeceğini, îman hizmetinde bulunma şerefinin, şereflerin en yücesi olduğunu, dünyayı tehdit eden dinsizliğe karşı Risale-i Nur’ların dinsizliğe karşı mutlak galibiyetinden bahsederek, Risale-i Nur’ları çok okuyup, çok tetkik edip, muhtaç olanlara ulaştırmanın bu zamanda en mühim bir vazife olduğunu bir saat kadar bize anlattı.

“Gitmek için müsaade istedik. Elini öptük. Üstad da alnımızdan öperek, bizi bağrına bastı. Ve başımızı iki eliyle sıvazladı.

“Üstadın huzurundan ayrıldık. Bin kalemle Nur’ların yazıldığı Sav Köyüne müteveccihen köy yolunu tuttuk.

“Köy yolunda giderken, arkamızdan bir motosikletli yaklaştı. Ve bize hitaben, ‘Ancak birinizi götürebilirim’ dedi.

“Hüsmen Kardeş ‘Sen bin’ ben de ona, ‘Sen bin’ derken, nihayet Hüsmen Kardeşi binmeye razı ettim. Ben ise yaya olarak bir saat sonra Sav Köyüne vardım. Köyde kalemleri kılıç olan ‘mübarekler heyetinden’ Hafız Mehmed bizi teksir makinelerinin bulunduğu bir saadethaneye götürdü.

“İmanın tekniğe meydan okuduğuna yakinen şahit olduk. Bir dağ köyü olan mübarek Sav’da yapılan hizmeti ve bu hizmeti yapanları görünce imanımız ve azmimiz bir kat daha arttı. Sav’da bir gece misafir olduktan sonra, ertesi gün memleketimize döndük.

“Çobanlar bile çantalarında Risale-i Nur’ları taşıyordu”

“İlk işimiz, köyümüzde faaliyetine devam eden kahvehaneyi tahliye etmek oldu. Dayıma ait olan bu kahvehaneyi, oğluyla birlikte halılarla tefriş edip köyün genç kız ve erkeklerine matuf umumi bir Kur’ân okuma seferberliğine koyulduk.

“Şahıslar üzerinde çok büyük tesir bırakan Nur Risaleleri o kadar fütûhat yapıyordu ki, çobanlar çantalarında bu eserleri taşıyor ve bu ulvî hakikatlerden müstefit oluyorlardı. Mataralarında abdest suyu taşıyor, yanlarında hiç eksik etmedikleri muşamba seccadelerini karlar üzerine sererek feraiz-i İlâhiyeyi eda ediyorlardı.

“Üstadı ikinci ziyaretim”

“Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ikinci ziyaretim, 1957’nin sonbaharına rastlar. Kendi bahçemizden ‘daldabir’ diye isimlendirdiğimiz elmadan bir sepet doldurarak Isparta’ya müteveccihen hareket ettim. Yalnızdım. Üstadın ikamet ettiği eve vardım. Heyecandan elimdeki sepetin daha da ağırlaştığını hissetim. Farklı bir halet-i ruhiye içersinde zile bastım. Yine Zübeyir Ağabey çıktı. Sepeti elimde görünce, ‘Kardeşim! Üstad katiyen hediye kabul etmiyor. Sen bunu getirmeseydin iyi olurdu’ dedi. Parmağıyla, Üstadın kapısından tahminen 50 metre uzakta duran polisi gösterip, ‘Geceli, gündüzlü mütemadiyen burayı bekliyor. Üstad ziyaretçi kabul etmiyor’ dedikten sonra, içeri girip Üstada haber verdi. Üstad Hazretleri beni ikinci defa huzuruna kabul etti.

“Üstadın elini öptüm. O da alnımdan öperek iki eliyle başımı sıvazladı. Niçin geldiğimi sordu. Tekrar tekrar ‘Risale-i Nur’ları okumak, benimle görüşmekten çok daha faydalıdır’ diyerek Nur’larla meşgul olmanın maddi ve mânevî faydalarından bahsetti. Bir saat kadar Üstadın yanında kaldım. Tahiri Ağabey, Zübeyir Ağabey, Bayram Ağabey ve daha birçok ağabeyler Üstadın yanındaydılar.

“Üstadın karyolasının başucunda kırmızı yazı ile yazılmış, Kur’ân hattıyla ‘Dost istersen Allah yeter’ levhası asılı duruyordu. Ayrıca, odasının iki duvarını boydan boya kaplayan bir metre eninde, Kur’ân hattıyla yazılmış Şecere-i Resulullahı gösteren çok yıpranmış, kâğıttan bir harita vardı.

“Ayrılma zamanı gelince Üstadım bana, ‘Esselamü Aleyküm’ dedi. Bu meydanda Zübeyir Ağabey, ‘Üstadım, bu kardeşimiz bir sepet elma getirmiş’ deyince. Üstadın tavrı birdenbire değişerek ‘Sen Risale-i Nur’ları okumuyor musun? Benim hediye kabul etmediğim Risale-i Nur’larda yazar’ dedi ve hediyeyi kesinlikle kabul etmeyeceğini söyledi. O anda içimden, ‘Üstadım, sen bu elmaların haram olduğunu düşünerek kabul etmiyorsun’ diye geçirdim. Ve safiyâne, ‘Üstadım,’ dedim, ‘bu elmanın fidanlarını kendi tarlamıza, kendim diktim. Hizmetini bizzat kendim yaptım’ dedim ve başladım ağlamaya.

“Üstad bu defa başını salladı ve elmayı bir şartla kabul edeceğini söyleyerek bir teklifte bulundu; Zübeyir Ağabeye işaret etti, ‘Bu kardeşin gider, elmanın piyasada kaç kuruş olduğunu öğrenir, parasını alman şartıyla elmanı kabul ederler’ dedi.

“Mecburen bu teklifi kabul ettim. Zübeyir Ağabey elmayı alarak çarşıya götürdü. Biraz sonra döndü. Üstada, elmanın kilosunun 10 kuruş olduğunu söyledi. 10 kilo elmanın 1 lira tuttuğu hesap edildi. Üstad Hazretleri, kesesinden 4 tane sarı 25 kuruşluk çıkardı ve elma parası olarak bana verdi. Gözlerim yaşlı olarak Üstadın ellerini öptüm. O da alnımdan öptü ve başımı sıvazlayarak müsaade etti.

“Bizim de başımız feda olsun”

“Yıl 1957. Hayat iksiri olan bu eserleri hem okuyup hem de muhtaç olanlara ulaştırma azmi ve gayreti içindeydik. Hakikatı bilmeyen bazı safdil Müslümanlar bizi adli mercilere şikayet ettiler. İhbar dilekçesinde benim de ismim vardı. Nahiyeden gelen başçavuş ve birkaç jandarma iki kardeşin evini, savcılığın emri üzerine aradılar. Bizim evi de arayacaklarını söylediler. Kanunlara saygılı olduğumu söyledim. ‘Şayet arama emriniz varsa, buyurun arayın’ dedim. Kitapları okuduğumu itiraf ettim. Başçavuş, arama emri olmadığını, kitapları kendiliğimden getirip teslim etmemi, bu yolun yanlış olduğunu, sonunda pişman olacağımı ısrarla söylüyordu.

“Ben, bu kitapların müellifini idamla yargılanırken müdafaalarının birinde, ‘Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-ı Kur’âniyeye feda olan bu baş zındıkaya teslim-i silâh etmeyecektir’ dediğini naklettim. Bu yolun yanlış olmadığını söyledim. ‘Eğer yaptığımız hizmetin suç olduğu tesbit edilirse, bu kudsî dâvâya bizim de başımız feda olsun’ dedim.

“Başçavuş bu sözüm üzerine hiddetle, ‘Tamam! Sen kendini iyice kaptırmışsın. Fakat ben arama emri çıkartır, seninle hesaplaşırım’ diyerek çekip gitti.

“İki veya üç ay sonra bir Cuma günüydü. Evimiz, bir polis jeepiyle gelen komiser, başçavuş, jandarmalar ve polisler tarafından sarıldı. Başçavuş bana hitaben, ‘İşte arama emri!’ diyerek elindeki kâğıdı bana doğru uzattı. Ben de ‘Buyurun’ dedim. Külliyatın tamamı evimde olmasına rağmen, arama olacağını bildiğim için, Sözler ve Lem’alar dışındaki eserleri kaldırmıştım. Başçavuş, sebebini anlayamadığım ani bir değişiklikle; ‘Siz yalan söylemezsiniz. Bu hususta size itimat ediyorum. Ben aramayacağım. Evindeki kitapları kendin getir’ dedi. Ben de mezkur kitapları getirip teslim ettim. Kitaplarımla beraber Ereğli adliyesine götürüldüm.

“Mahkemede sorgu hakimi bana, ‘Niçin bu kitapları okuyorsun? Okuyacak kitap mı bulamadın? İmam-ı Gazali’nin, İmam-ı Rabbani’nin, Mevlâna Celâleddin’in eserlerini okusana! Bunlar hükümet tarafından yasaklanmış, bunları okuma!’ dedi.

“Niçin Risale-i Nur okuyorsun?”

“Hakime hitaben, ‘O kitapların hepsi kütüphanemde mevcut. Ama bu eserlerin yeri müstesnadır’ deyince, Hakim yarı istihza, yarı hakikat şunları söyledi: ‘Yani bunları okuyunca ne olmuşsun sanki!7

“Ben de cevaben, ‘Bu kitapların hayatımda yaptığı yüzlerce değişlikten birini, müsaade edersiniz anlatayım’ dedim. Ve şöyle devam ettim:

“Muhterem Hakim Bey, biz göçebeyiz. Yaylalarımız ormanlıktır. Bu ormanları devletin görevli memurları bekler. Böyle olduğu halde, hiçbir ihtiyacımız yokken yarıçapı iki yüz santimetreye varan ardıç ağaçlarını, ‘Bu ağacın lavı mı daha fazla yükselecek, yoksa şu ağacın mı?’ diye keyif için yakardık. Asırlık ağaçlar, birkaç dakika içinde kül olur giderdi. Bu eserlerden, ‘ağaçların bizim menfaatimiz için dağlarda ihtiyat ambarı gibi her türlü istifademize âmade oluşunu, havadaki gaza-ı muzırrayı tasfiye edişini, yağmuru çekişini, yaş kaldığı müddetçe de Yaratanı zikredişini’ ve daha nice faydalarını okuduktan sonra, aynı muhitte yine koyunlarımızı otlatmamıza rağmen, artık kuru dallarını seçerek, pilâvımızı otlar yanmasın diye Say taşlarının üzerinde pişiriyorduk. Böylece bir değişikliğin, memleket ve millet için fevkalâde bir kazanç olduğunu takdir buyurmazsanız, vereceğiniz en ağır cezayı kemâl-i vicdan-ı kalble kabul ediyorum. Yoksa kitaplarımın iadesini ve dâvâmin beraatini talep ediyorum.’

“Sözlerimi bitirince, Hakim Bey başını sallayarak ‘Anlıyorum evlâdım, anlıyorum evlâdım’ dedikten sonra, ‘Maznunun beraatine, kitapların Ankara İlâhiyat Fakültesinden bir heyet tarafından tetkikine’ karar verdi.

“Üç ay sonra kitaplarımın faydalı eserler olduğu, okunmasının devletin lâiklik prensibine aykırı olmadığı, Türkiye’de din ve vicdan hürriyeti bulunduğu gerekçesiyle iade edildi.

“Biz aynı azim ve şevkle hizmetimize devam ediyorduk.

“Üstadı üçüncü ziyaretim”

“Derken Üstadı görmek, ziyaret edip duasını almak iştiyakı içerisinde ağabeyimle beraber Emirdağ’a hareket ettik.

“Kurban Bayramı yakındı. Emirdağ’da kalabalık bir ziyaretçi topluluğu vardı. Bu yüzden Üstadla bizzat görüşmemiz mümkün olmadı. Ağabeyim, Üstadı görmediği için çok üzüldü. Zübeyir Ağabeye durumu anlattım. Zübeyir Ağabey bize ‘Âcil bir işiniz yoksa gitmeyin. Üstadımız yarın Cuma namazına çıkacak, ertesi gün de bayram namazına çıkacak’ diyerek, bizi teselli etti.

“Üstadın Cuma namazına çıkmasını bekledik. Bizim gibi birçok ziyaretçi vardı. Van’dan Diyarbakır’dan, Erzurum’dan gelmişlerdi. Üstadın camiye gideceği yol boyunca halk, iki saf olup sevgi ve saygılarını izhar ediyor, Üstada tâzimde bulunuyorlardı. Üstad ise, iki eliyle iki tarafı selâmlayarak, ‘Hepinizi duama kabul ediyorum’ iltifatında bulunuyordu.

“O gün Cuma namazını Emirdağ’ın Cami-i Kebirinde Üstadla beraber kıldık. Üstad, namazı camiin selâmlığında Zübeyir Ağabeyin serdiği bir seccade üzerinde eda etti.

“Ertesi gün, bayram namazında yine Üstadla beraberdik. Bu defa Üstad, namazı ikinci katta müezzinlikte kıldı. Namazdan sonra halk, bilhassa çocuklar, Üstadın başına üşüşüp ellerinden öpüyor, cübbesinin eteklerine yapışıyorlardı. Üstad, onların başlarını şefkatle sıvazlıyor ve dualar ediyordu.

“Taze bir şevk ve yeni bir heyecanla köyümüze döndük.

“İnönü: ‘Beni Nurcular yıktı”

“Köyde gördüğüm bir rüyada Üstad, o acip kıyafetiyle, bir dağın eteğinde sahraya iniyordu. Arkasında Zübeyir Ağabey, onun arkasında da ben vardım. Sahrada tek bir karyola vardı. Üzerinde siyah bir örtü bulunan bir hasta yatıyordu. Üstad ona yaklaştı. Cebinden çıkardığı şişeden demir bir kaşığa yeşil bir mayi döktü. Bunu hastaya zorla içirdi. Hasta derhal şişmeye başladı. Üstad ise, birkaç adım geri çekildi. Hasta birazdan eski hâline geldi. Üstad tekrar yaklaştı. Ve bu hareketi üç defa tekrarladı. Üstad, yataktaki kişiye hiddetle bakıyordu.

“Bu rüyamı, Konya’da, merhum Dr. Sadullah Nutku Ağabeyime bilâhare anlattım. 1957 seçimleri yaklaşmıştı. İnönü’nin kesin bir mağlubiyetle, seçimleri kaybedeceğini söyledi. Nitekim İnönü, seçimlerden sonra, ‘Beni Nurcular yıktı’ diyordu.

“Beddua edeceğimi mi bekliyordunuz?”

“Konya’da bazı tevkifler oluyordu. Dr. Sadullah Nutku Ağabey, Bekir Berk Ağabey ve birçok kimse sabah namazını Konya Kapı Camiinde kılıp birlikte ders yapıyorlardı. Ben de her on beş günde bir bu derslere iştirak ederdim. Konya Valisi Cemil Keleşoğlu, bir gün Dr. Sadullah Ağabeyi keyfi olarak evinden aldırıp, karakolda insanlık dışı muamelelerle bayıltıncaya kadar dövmüştü. Su dökülüp ayıldığında, o şefkat ve merhamet sembolü ağabeyimiz, ‘Beddua edeceğimi mi bekliyordunuz, hayır’ diyerek, ellerini Yaratana açıp ‘Yarabbi! Bu kardeşlerimize hakikatleri öğret. Bunlar hakikatleri bilmiyorlar. Bunları affet’ diyor. Kendisini bayıltıncaya kadar dövenlerin ıslâhı için dua ediyordu. Böylece Habib-i Zîşan Efendimizin, Taif’te maruz kaldığı hâdise karşısında yaptığı duaya bir misal teşkil ediyordu.

“Üstadı dördüncü ziyaretim”

“O günlerde dokuz kardeşimiz tutuklanarak Konya Cezaevine götürüldü. Konya’nın eski garaj civarında bir dershane açmıştık. Yeni açılan dershanenin anahtarı Üstada takdim edilecekti. Anahtarı benimle, Üstada gönderdiler. Üstadımı, Isparta’da aynı evde ziyaret edip elini öptüm. Her defasında olduğu gibi, alnımdan öperek başımı sıvazladı.

“Üstad, Risale-i Nur’la meşgul olmanın ehemmiyetinden bahsetti. Nur’ların mutlak surette küfre karşı galip geleceğini, bütün dünya dillerine tercüme edileceğini, radyo ağzıyla ders verileceğini ve mekteplerde okutulacağını uzun uzun anlattı. Bir ara bana, ‘Kaç tane kardeşimiz tevkif edildi?’ diye sordu. ‘Dokuz kişi Üstadım’ dedim. Karyolasında yastığına dayanmış vaziyette oturan Üstad, birden doğrulup gör gürlercesine,

“Ne lüzum var dokuz kişiye? Bir kişi kalsın yeter!’ dedikten sonra, ‘Bir kişi sıkılır, iki kişi kalsın, diğerleri çıksın’ dedi. Çok hiddetliydi. Hiçbir şey anlamamıştım. Üstad beni dövecek diye korktum.

“Biraz sonra sâkinleşti. Konya’da bulunan Said Gecegezen Ağabeye benimle bir emanet gönderdi. Anahtarı da dua ederek bana verdi. Tahirî, Zübeyir, Sungur ve Hüsnü Ağabeyler de Üstadın yanındaydılar. Ellerini öpüp, Konya’ya müteveccihen yola çıkarken,

“Kardeşlere selâm söyle. İkisi kalsın, yedisi çıksın’ diye tenbih etti.

“Hazret-i Üstad hayatta iken, her yeni açılan dershanenin anahtarı kendisine götürüldü. Üstad da dua ederek geri gönderir ve dershane açılırdı.

“Maznunların yedisi tahliye ediliyor”

“Konya’da mahpus kardeşlerle görüşme gününü bekledim. Üstadın selâmını tebliğ etmek için cezaevine gittim. Gardiyanlar ziyaretçilerin kimler olduğunu kaydediyorlardı. Nur talebelerini ziyaret edeceğimi söyledim. Diğer mahpusları ziyaret edenlere siyah mürekkeple işaretlenirken, Nur talebelerinin ziyaretçisi kırmızı mürekkeple işaretleniyordu. Adresimi ve ismimi kaydettiler.

“İçeri girdim. Üstadın selâmını ağabeylere söyledim. Ve Üstadın ‘Dokuz kişi çoktur. Bir kişi kalsın yeter. Bir kişi sıkılır, iki kişi kalsın, diğerleri çıksın’ sözünü onlara nakledince, Dr. Sadullah Nutku Ağabey, ‘Kardeşlerim, ilk mahkemede yedimiz tahliye olup ikimiz kalacağız’ dedi. İşte ben, o anda Üstadın bu sözlerle neyi kasdettiğin anlamış oldum. Bir hafta sonra kardeşler mahkemeye çıkarıldı. Yedisi tahliye oldu. Sadullah Ağabeyle ismini hatırlayamadığım bir kardeş kaldı. Böylece ben, Üstadımın mânevî makamının derecesini bir kat daha anlamış oldum.

“Üstadı son ziyaretim”

“Sene 1959. Üstadı Ankara’dan, Konya’dan, muhtelif vilayetlerden dâvet ediyorlardı. Mâlum çevreler müthiş telâşa kapılmışlardı.

“Bu meyanda Konya’daki kardeşleri ziyarete gittim. Oradan da Üstadımı görmek, müstecap dualarını istirham etmek ve Risale-i Nur’un hizmetteki muvaffakiyetini bizzat Üstaddan dinlemek arzusuyla yola çıktım. Mâlum çevreler, Konya’da kardeşlerimizi sık sık rahatsız ediyor, karakola çağırıyorlar ve hapsediyorlardı. Şâhit olduğum bir hadiseyi anlatmak istiyorum.

“Sadullah Ağabeyin ve birkaç kardeşin tutuklulukları devam ediyordu. Konya adliyesinde mahkemeleri görülüp cezaevine gönderilecekleri sırada, Vali Cemil Keleşoğlu’nun özel arabasını gören Sadullah Ağabey, ‘İnşaallah araban başını yiyecek’ diye beddua etti. Nitekim, 60 ihtilâlinde Cemil Keleşoğlu’nun başına gelenler, o günleri yaşayan herkesin mâlumudur.

“Zamanın kutbudur Bediüzzaman!”

“Üstadı son ziyarete giderken yanımda Halıcı Fehmi Sürmeci Ağabey vardı. Eskişehir’in Muttalip köyünden hafız yetiştiren Hacı Hilmi Efendiyi ziyaret ettik. Bu zat, Fehmi Ağabeyin şeyhiydi. Birkaç yeğenimiz orada hafızlığa çalışıyordu.

“Müsaade isteyip ayrılırken ‘Şimdi siz nereye gidiyorsunuz?’ diye sordu. Biz de, ‘Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret edeceğiz’ deyince, oturduğu yerden ayağa kalktı. Sanki Üstad yanındaymış gibi kollarını iki yana açarak boşlukta kucakladı. Ve ‘Karedeşim, ‘ dedi, ‘zamanın kutbudur Bediüzzaman. Selâmımı söyleyin. Bana da dua etsin’ diyerek kitaplarını iyi okuyup gösterdiği yoldan kat’iyyen ayrılmamamızı tavsiye etti.

“Eskişehir’den ayrıldık. Üstad Bediüzzaman Hazretlerini Isparta’da aynı evde birlikte ziyaret ettik. Üstad çok rahatsızdı. Sesi boğuk çıkıyordu. Konuştuğunu Zübeyir Ağabeyin tercüman olması ile anlıyabiliyorduk.

“Hz. Üstada Kur’ân hattıyla yazdığım bir adet Beşinci Şua götürmüştüm. Zübeyir Ağabey, ‘Üstadım. Bu kardeşimiz Beşinci Şua’yı yazıp getirmiş’ dedi. Üstad, yaslanmış olduğu yastıktan, bir delikanlı çevikliği ile doğrularak ‘Getirin bakayım!’ dedi ve ‘Beşinci Şua’yı biraz karıştırdıktan sonra, Tahiri ve Zübeyir Ağabeylere gösterip, ‘Tashih edilmiş mi?’ diye sordu. ‘Tashih olmuş Üstadım’ cevabını alınca, Zübeyir Ağabeye işaret ederek bir kalem getirmesini istedi. Sonuna benim için dua buyurdular. Kalemi Üstad eline aldı. Üstadın bileğinden Zübeyir Ağabey tuttu ve duayı öylelikle yazdılar. Bizzat Üstadın kendi el yazısının bulunduğu ‘Beşinci Şua’yı hassasiyetle muhafaza ediyorum.

“Teypten Âyetü’l-Kübra’yı dinledim”

“Üstadın huzurundaydım. Sungur Ağabey, Âyetü’l-Kübrâ bahsini okuyordu. Sesini duyuyordum. Kendisine baktığımda o da benim gibi dinliyordu. Bu defa Üstada baktım. O da başı öne eğik bir şekilde dinliyordu. Hayretler içindeydim. Hâtiften geliyor gibiydi. Kendimden geçer gibi oldum. Ağlamaya başladım. Birden ses kesildi. Risale-i Nur Külliyatı içerisinde müstesna bir yeri olan Âyetü’l-Kübrâ risalesini Sungur Ağabey, teypten okuyormuş. Teybi, ilk defa orada gördüm. Teybin ve radyonun istikbalde Risale-i Nur hizmetinde bulunacağını bizzat Üstadımızın ağzından duydum.

“Üstadı dünya gözüyle son görüşüm bu oldu. Fakat o aziz Üstad, ‘Birimiz şarkta, birimiz garbda, birimiz dünyada, birimiz âhirette de olsa, biz, yine beraberiz’ buyurmuyor mu?

“Bu biçare kardeşiniz itiraf ediyor ki, o âli Üstadın himaye ve himmetlerini en basit dünyevi meselelerimizde dahi müşahede ediyoruz.

“Sözlerime burada son veriyor, bütün Nur talebelerini o âli ve kadri yüce Üstadın hizmetinin zübde ve hülasası olan ihlâs-ı etemme muvaffak etmesini Cenab-ı Erhamürrahimden niyaz ediyorum.”

(Son şahitler adlı eserin, dördüncü cildinden derlenmiştir…)

Kaynak: haber111.com – nurdanhaber.com

Alem-i İslamBediüzzaman'danDr. Mehmet Rıza DerindağDünyaGenelGünün Hadisiİslam ve HayatMisafir YazarlarNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Leyle-i Regaib Özel 5.000 Hatim Programı
Alem-i İslamBediüzzaman'danDünyaGenelGündemGünün DersiGünün Hadisiİslam ve HayatNur TalebeleriTürkiyeYazarlarımız
Genç Hafızlardan Şehitlerimiz İçin Dualar ve Kur-an’ı Kerim Tilavetleri
Alem-i İslamDerslerDünyaEkonomiFıkıh & HadisGenelGündemGünün DersiGünün DuasıGünün HadisiHayatHizmetİslamİslam ve HayatKartpostal - VecizeNur TalebeleriRisale-i NurRisale-i Nur DünyasıSorularla RisaleSual-CevapTürkiyeYazarlarımız
Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri ile Risale-i Nur Dersi” ŞUALAR’DAN 9.DERS ( 9. ŞUA )